Полезное:
Как сделать разговор полезным и приятным
Как сделать объемную звезду своими руками
Как сделать то, что делать не хочется?
Как сделать погремушку
Как сделать так чтобы женщины сами знакомились с вами
Как сделать идею коммерческой
Как сделать хорошую растяжку ног?
Как сделать наш разум здоровым?
Как сделать, чтобы люди обманывали меньше
Вопрос 4. Как сделать так, чтобы вас уважали и ценили?
Как сделать лучше себе и другим людям
Как сделать свидание интересным?
Категории:
АрхитектураАстрономияБиологияГеографияГеологияИнформатикаИскусствоИсторияКулинарияКультураМаркетингМатематикаМедицинаМенеджментОхрана трудаПравоПроизводствоПсихологияРелигияСоциологияСпортТехникаФизикаФилософияХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника
|
Görmediğimiz şeylere nasıl inanacağız?Arkadaşımın, ilk tanıştığımız andaki gibi rahat ve çevresine hakim tavrının silindiğini, tedirgin, endişeli ve tatlı bir panik içine girdiğini hissediyordum. Bütün gayretime rağmen yemekleri o ısmarladı. Çaylarımızı yudumlarken: "Sorunun cevabını konuşalım istersen" dedim. "Burası daha sakin." Ben, sohbete burada da devam edeceğimizden emin olduğum için yemek boyunca düşünmüş ve yol arkadaşımın sorduğu sorunun cevabını, Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur Külli yatzndan okuduğum satırlarda bulmuştum. "Önce sorunun ikinci kısmından başlayalım" dedim. "Malumdur ki bir şeyin varlığını bilmek ayrı, mahiyetini bilmek ayrıdır Kainatın içinde çok unsurlar vardır ki, aklımızla onların varlıklarını bildiğimiz halde, mahiyetlerini bilemeyiz. Mesela, ruh, akıl, hayal, yer çekimi kanunu, elektrik, his, şefkat gibi birçok şeyin varlığını bildiğimiz halde, mahiyetlerini bilememekteyiz. 'Eser, ustasını idrak edemez' kaidesince, bizim ak'lımız da, onu yaratan Zatın mahiyetini, hakikatını anlayamaz. Çünkü akıl, Halik'ın mahlukudur. Her mahlluk gibi aklın da bir sınırı vardır. Sınırlı gücü olan mahluk, Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyetini idrak edemez, anlayamaz. Her kıyasında ve tahmininde hata eder, yanlışa sapar. "Cenab-ı Hakkın bütün sıfatları nihayetsizdir, mutlaktır, ezeli ve ebedidir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, belli intikal kapasitesi vardır. Bunun içindir ki sınırlı olan sınırsız olanı; mahdut olan nihayetsiz olanı, başlangıcı ve sonu olan, ezeli ve ebedi olanı kavrayamaz, anlayamaz, bilemez. "Cenab-ı Hakkın misli, benzeri, zıddı olmadığı için, akıl ona ulaşamaz onu tahmin edemez. Çünkü, Allah-ü Teala kainat cinsinden değildir ki, biz onu kainatın içindekilerine kıyas edelim. Onun için mahiyeti, bizim idrak edeceğimiz veya tahmin edeceğimiz hiçbir mahiyete benzemez. Bizler tahmin ve yorumlarımızı, bildiklerimizle, duyduklarımızla ile hayal gücümüzle yaparız. Bu yüzden mahluk (yaratılmış) olan kendi kabiliyetimizle, Halık olan (yaratan) Cenab-ı Hakkın mahiyetini, ne durumda olduğunu veya neye benzediğini bilemeyiz. "Görülmeme konusuna gelince; bilindiği gibi varlık alemi, beş duyu ile bilinenden ibaret değildir. İnsan, gözleriyle maddi ve cismani varlıkları görür. Dili tatları, kulağı da sesleri hisseder. "Görmediğime inanmam, demek, aklın vazifesini göze yüklemek demektir. Çünkü görünmemek, olmamaya delilolmaz. Bu alemde görebileceğimiz bir kısım hususları, gözle göremediğimizden dolayı inkar edemeyiz. Bunun için beş duyumuzun vazifelerini, kendi alanlarında kullanmak lazımdır. Kulağımızı görme işinde, dilimizi duyma işinde kullanamadığımız gibi, gözümüzü de idrak etmek, ihata etmek, anlamak işinde kullanamayız. Bu işi akıl yapar. Mesela, bir annenin çocuğuyla alakadar olduğunu gözle gördüğümüz halde, sevgisini ve şefkatini göremeyiz. Onu akıl ile hissederiz. Bir muhteşem yapıyı gözümüzle görebiliriz. Ama onun harika sanatını ancak aklımızla ortaya koyabiliriz. "Cenab-ı Hakkın görünmemesi, şiddet-i zuhurundan ve zıddının olmamasındandır. Hatta en şiddetli parlaklığı sırasınde güneşin dahi görünmesi mümkün alamamaktadır. Bediüz. zaman Hazretlerinin bu mevzuda çok güzel bir sözü vardır 'Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz İSE maneviyatta kördür.'" Yol arkadaşım, son cümleyi tekrarlattıktan sonra takdirle başını salladı. Yüz ifadesinden tatmin olduğunu anlıyor ve içir için seviniyordum. Otobüsümüz tekrar hareket ettiğinde, uzun süren sohbeti. mizle onu sıkmış olabileceğimi hesaplayarak konuyu değiştir. dim ve rastgele şeyler konuşmak istedim. Ama o, bir türlü kendi aleminden çıkamıyor veya çıkmak istemiyordu. Derin bir düşünce ile bazı şeyleri yakalamak ve bulmak hissi yüzüne aksediyordu. Çevremizdeki yolcuların gözleri yine bizdeydi. "Haydi ne duruyorsunuz, sohbetinize başlasanıza" der gibi bir halleri vardı adeta. Bu sessizlik fazla sürmeden, arkadaşım yine sorularına başladı: "Hocam, Allah'ın var olduğunu ve bu kilinatı yarattığını kabul edelim. O zaman Allah'ın kendisi nasıl var olmuş? Onu yaratan kimdir?" Bu sorunun sorulacağını hissettiğim için gülümsedim. Yol arkadaşım bunu yanlış yorumlayarak: "Hocam" dedi. "Belki bu sorular size çok garip ve yanlış gelebilir. Ama konuyu lütfen benim açımdan değerlendirin. Siz, hiç dünya görmemiş bir adama bu dünyayı gezdiriyorsunuz. Ben, sizin aşina olduğunuz alemlerin yabancısıyım. Bana o alemleri gezdirip tanıttığınızı unutmayın." Arkadaşımın bu samimi haline çok duygulanmış ve hidayeti için tekrar Allah' a yalvarmaya başlamıştım. Bu arada sorduğu sorunun cevabını düşündüğümde, Mehmed Kırkıncı Hoca'nın verdiği misali hatırladım. Bu misali arkadaşıma naklederek: "Seksen vagonlu bir tren düşününüz" dedim. "Bu vagonlardan her birisini bir önceki vagon çeker. Fakat iş lokomotife dayandığında, artık 'Lokomotifi kim çekiyor?' diye bir sual sorulamaz. Zira çeken, fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa, trendeki nizan bozulur ve hareket meydana gelmez. Eğer lokomotif de çekilse, o zaman lokomotif olamaz. "Bir er, askerlikle alakalı emirleri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve nihayet başkumandan da emri padişahdan alır. 'Ya padişah emri kimden alır?' diye bir sua] sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o zaman padişah olamaz. Padişah olmanın özelliği, emir almadan emir vermektir. "Bu misallerden anlaşılacağı gibi, bütün mahllikatı yaratan, fakat kendisi yaratılmamış olan bir kudretin varlığı zaruridir. Çünkü, doğurma ve doğurulma kanunu, yaratılanlara has bir durumdur. Bu kanun, kainatı yaratan kudrette aranamaz." Yol arkadaşım, söylediklerimi başıyla tasdik ederken, bir koltuk arkamızda oturan genç, ikinci kez söze karışarak; "Peki, Allah kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?" diye bir soru sordu. Onu da kısaca cevaplamayaçalıştım:
"Bu sorunun sorulmasına, 'zaman' ve 'ezel' kavramlarının yanlış anlaşılması sebep olmaktadır" dedim. "Zaman, kainatın yaratılması ile başlayan ve mahlUkatla devam eden bir kavramdır. Yani, bizim bildiğimiz manada zaman da mahllikatla birlikte yaratılmıştır. "Maziyi, hal ve istikbal olmak üzere üçe ayırdığımız 'zaman', mahllikat için söz konusudur. Ancak ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ayrıca ezelin başlangıç noktası da düşünülemez. Ezel, mekandan ve zamandan' münezzeh olan CenabHakka aittir. Allah'ın ezeli olması demek, başlangıcının ve so nunun olmaması demektir. "Cenab-ı Hak ezelidir. Zaman ise, mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu. O hal. de Allah için böyle bir soru sorulamaz. Ancak, 'Ezeli ve Ebed' olan Allah, ezelde ne yapıyordu?' denilebilir ki, kıymetli bir alim bu konuda şunları belirtir: "Cenab-ı Hak, ezelde her kayıttan mukaddes olarak ve fev. kinde hiçbir mertebe olmayan Zat-ı Hakimin ullihiyetine mahsus izzet ve azametini müşahede ediyordu. "Mukaddes varlığına, kudsi sıfatlarına ve esma-i ilahiyesim (ilahi isimlerine) tecelligah olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetini, hüviyetlerini, plan ve programlarını, manevi miktar VE suretlerini, ezelde ve ilim dairesinde takdir ve müşahede etmekteydi. "Cenab-ı Hakka mahsus olan bu keyfiyeti, aciz, nakıs ve mahdut olan mahllikatın idrak ve ihata etmesi muhaldir. insanın aklı ve fehmi, zaman ve mekanın söz konusu olmadığı ezeliyeti ve onun sırlarını nasıl temaşa edebilir?" Sohbetimiz bu şekilde devam edip gitti. Öldükten sonra dirilme, kader ve melaike gibi akli izahlar isteyen hususlar da konuşulmuş ve kısaca cevaplarla geçiştirilmişti. Özellikle Darwin'in evrim teorisi üzerinde fazla duruldu. Yol arkadaşımın ısrarla üzerinde durduğu bir başka mevzu da, "kötülüklerin, şerIerin ve şeytanın niçin insana musallat edildiği"ydi. "Bu yüzden birçok insan yolunu şaşırıp Cehenneme gittiğine göre, Allah'ın adaleti ve merhameti, buna nasıl müsaade ediyordu?" Arkadaşımın ve bizi dinleyenlerin arka arkaya yönelttiği bütün soruların cevaplarını, Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinden faydalanıp hiç zorlanmadan cevap veriyor ve Cenab-ı Hakkın ahirzaman Müslümanlarına ihsan ettiği bu mükemmel Kur'an tefsirinin kıymetini daha iyi anlıyordum. Şeytanların yaratılışı ile alakalı soruya da aynı eserlerden faydalanarak cevap verdiğimde, muhataplarımın tam manasıyla ikna olduklarını görerek Allah' a şükrettim. Şunu bir hamd olarak ifade etmek isterim ki, esasında son derece zor olan bu tür sorular sorulduğu zaman, o güne kadar o mevzularda okuduğum bütün deliller, misaJler ve izahlar, bir film şeridi gibi gözümün önüne geliyordu. O hakikatları anlatırken sanki konuşmuyor, istifade ediyordum. Cenab-ı Hak, en muhtaç olduğum bir zamanda imdadıma yetişmiş, son derece kültürlü ve Marksist zihniyetli bir kişinin karşısında, o kudsi hakikatlerin haysiyetini benim gibi bir aciz insan vasıtasıyla muhafaza etmek istemişti. Konuşmalarımız esnasında muhatabımı kırmamak, ürkütmemek ve şiddetli bir tartışma havasına sakmamak için büyük bir itina gösteriyordum. Çünkü sohbetimizin başından beri, Bediüzzaman Hazretlerinin "Medeni insanlara galebe etmek (yani onlara bir fikri kabul ettirmek) ancak ikna iledir, icbar (zorlamak) ile değildir" sözünü kendime rehber etmiştim. Bu yüzden arkadaşımın sertleştiği anlarda bile tebessümle cevaplar vererek havayı yumuşatmaya çalışıyordum. Ayrıca, kendime bir üstünlük süsü vermekten de şiddetle kaçınmıştım.
|