Главная Случайная страница


Полезное:

Как сделать разговор полезным и приятным Как сделать объемную звезду своими руками Как сделать то, что делать не хочется? Как сделать погремушку Как сделать так чтобы женщины сами знакомились с вами Как сделать идею коммерческой Как сделать хорошую растяжку ног? Как сделать наш разум здоровым? Как сделать, чтобы люди обманывали меньше Вопрос 4. Как сделать так, чтобы вас уважали и ценили? Как сделать лучше себе и другим людям Как сделать свидание интересным?


Категории:

АрхитектураАстрономияБиологияГеографияГеологияИнформатикаИскусствоИсторияКулинарияКультураМаркетингМатематикаМедицинаМенеджментОхрана трудаПравоПроизводствоПсихологияРелигияСоциологияСпортТехникаФизикаФилософияХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника






Zehirlemekten lezzet alanlar





Yarım asır önce kaleme alınan bu ifadelerin bugün bütün açıklığıyla kendini gösterdiği anlaşılıyordu. Demek ki, o yıllarda atılan tohumlar, bugün meyve veriyordu.

Kalbinden iman, ahlak ve faziletin sökülerek alındığı gençle­rin bu milleti ne hine getirebileceklerini hayal ettikçe, Kayseri terminalindeki sıcağa rağmen titriyor ve böyle insanların şerrin den bu büyük milleti ve masum insanları muhafaza etmesi için Allah'’a yalvarıyordum.

Bu aldatılmış güruhla mücadelede kuvvet, sabır ve metanet ne kadar ihtiyacımız var?

Bineceğim otobüse doğru ilerlerken, kalbi dertlerle paramparça olmuş ihtiyar yol arkadaşımın son sözlerini, fısıldayarak tek rar etmeye çalışıyorum:

"Yıkanlar çok, yapanlar az. Öyleyse yapanlar geceyi gündüze katmalılar ki, yapılan tahripler günü gününe tamir olsun."

Bu vatanda doğacaksın... Bu milletin ekmeğiyle, suyuyla büyüyeceksin... Belki de bir lokma ekmeğe muhtaç yetimlerin rızıklarından kesilerek yaptırılan güzelim okullarda okuyacaksın... İstikbalimizin garantisi olarak, "öğretmensin" diye köye

gönderileceksin... İnsanlık ve yardımlaşmada birbirleriyle adeta yarışan vatandaşların samimi ve sıcak alakasıyla karşılaşıp,

manevi evlat muamelesi göreceksin... Sonra da bu kadar nimetleri unutarak, beslendiğin sofraya ihanet edeceksin...

Bu nasıl anlayış? Bu nasıl fikir? Bu nasıl felsefe? Bir hayvan bile, sahibinin bir ikramına bin hizmet ederken, bu kadar ikrama rağmen, bu tip nankör insanlar neden hep ihanet yolunu tercih ediyorlar? Nasıl oluyor da vicdanları buna müsaade ediyor?

Bunun cevabını, okuduğum bir tefsirden hatırlamaya çalışıyordum: "Malumdur ki, ala (iyi) bir şey bozulsa, edna (basit)

bir şeyin bozulmasmdan daha ziyade bozuk olur. Mesela, nasıl ki, süt ve yoğurt bozulsalar yine de yenilebilirler. Yağ bozulsa yenilmez. Bazen zehir gibi olur. Öyle de, mahlukatın en mükemmeli, belki en alası olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvanlardan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin (kokuşmuş) maddelerin kokusuyla telezzüz eden (lezzet alan) haşerat gibi ve ısırmaktan lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerler ve habis (pis) ahlaklar ile telezzüz ve iftihar eder. Zulüm ve zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar."

 

Yola çıkıyoruz.

Otobüsümüz, Adana istikametine yöneliyor. Boş yer yok. Tık­lım tıklım doluyuz. Güz ayının getirdiği hafif serinlik, koltuklarımıza yerleştikten sonra, tesirini kaybedip bitiyor.

Yolcular, yol kenarlarında yükselen fabrikaları konuşuyorlar... Sigaralar ise körük gibi çalışıyor. Havalandırma delik­leri dalga dalga yükselen dumanların bacaları adeta...

Etrafımı doya doya seyre koyuluyorum.

Anadolu... Bambaşka bir diyar. Sun'i, yapmacık güzelliklerden uzak, tabii çekiciliğiyle, gözleri, gönülleri serinletiyor.

Bu güzelliği bozan tek şey, otobüsteki teypten yükselen sevimsiz şarkılar.

Şoförümüz, aynı bandı birkaç kez dinlettikten usanmış olacak ki:

"Sayın yolcularımız" diye sesleniyor. "Bağışlayın, ama size bir teklifte bulunacağım. Çalacak bandımız kalmadı. İçinizden iyi şarkı veya türkü söylemesini bilip de söylemek isteyen var­sa, buyursun mikrofona gelsin. Hem bizleri eğlendirmiş olur, hem de vakit geçer. Yoksa bu uzun yol başka türlü bitmez."

Bu teklif karşısında, otobüsteki uğuItu birdenbire kesildi. Böyle bir daveti, herhalde birçok kişi ilk defa duyuyordu. Her­kes benim gibi, yarı şaşkınlık içinde:

o adam "Acaba söylemek isteyen biri çıkar mı?" diye sağa sola bakınıyordu.

Öyle ya, bir otobüs yolculuğunda, hiç tanımadığınız insanların karşısına çıkıp şarkı veya türkü söylemek oldukça cesaret istiyordu.

Tebessümlü bekleyişler sürerken, arka koltuklardan gür bir ses yükseldi:

"Kaptan bey, müsaadenizle bu teklifi ben yerine getirmek istiyorum."

Bütün yolcularla birlikte dönüp arkaya baktım.

Evet, "o adam"dı bu. Otobüsümüz Kayseri terminalinden henüz kalkmak üzereyken, koyu renkli bir mercedes taksiyle gelip, adeta bir devlet başkanı gibi protokolle uğurlanan ve etrafındaki adamlar tarafından büyük bir ciddiyetle yolcu edilerek otobüse bindirilen adam... Bu durum, o anda bütün yolcuların da dikkatini çekmişti.

Kendisi oldukça gösterişli. İri yarı bir vücut yapısına sahip. Lacivert bir elbise ve gözünde siyah bir gözlük... Saçlarını itinayla taramış, kendinden emin ve ağırbaşlı bir hali var. Bıyığı yok. Yeni traş olmuş, siması pırıl pırıl... Yaşı altmış civarında. Yüzünden çenesine doğru inen iki derin çizgi, çok önemli hatıralar saklıyor gibi kuytu, sessiz.

Bir koltuk arkamda oturan "o adam"ın, yanındaki bir gençle yol boyunca, dünyadaki çeşitli olayların, iktisadi ve siyasi doktrinlerin yorumlarını yaptığını takip etmiştim.

Görünüşte çok ciddi ve ağır görünen" o adam" ın, konuşurken son derece sempatik, nazik ve pürüzsüz bir ifade gücüne

sahip olduğunu fark ediyorum.

İşte "o adam" şarkı söylemek üzere ayağa kalkıp kaptandan

müsaade istiyor. Ve böyle garip bir teklifi kabul ettiği için de, yolcular tarafından şaşkınlıkla karşılanıyor.

Adam ön tarafa doğru ilerlerken, bütün yolcuların dikkatli bakışlarına hedef oluyor. Şoförün yanına geldiğinde, siyah gözlüklerini çıkarıp sıcak bir tebessümle bizlere dönüyor ve nazik tavırlarının yanı sıra insana saygı telkin eden olgunluğuyla, yolcuların sempatisini bir anda üzerine topluyor.

Herkes kendisine kulak verdiğinde, şoföre dönüp:

"Sayın kaptanım" diyor. "Benim gibi işe yaramaz bir ihtiyara, böylesine temiz ve sağduyulu insanlarla birlikte olma fırsatı verdiğiniz için, size yürekten teşekkürlerimi arz etmek istiyo­rum. Kabul buyurursanız, şu ihtiyar kalbimi sevindireceksiniz."

Yaşlı adam, biraz sonra mikrofonu alıp şarkı söylemeye başlı­yor. Hayretler içinde kalıyoruz. Mükemmel ve son derece tesirli sesiyle sanki büyülenmiş gibiyiz. Herkes, nefesini tutmuş vaziyette onu dinliyor.

İçimden:

"Kim bu adam?" diyorum. "Eğer ses sanatçısıysa, neden bu­güne kadar duyulmamış. Sanatçı değilse, bu ağır şarkıları böylesine kusursuz şekilde İcra etmeyi nereden öğrenmiş?"

. Bu ve buna benzer soruları, daha sonra birbirimize sormaya başladık. O adamın güzel şarkılarıyla mest olan kaptanımız da, arabayı kasislere vurmadan ve sarsmadan kullanmaya gayret ediyordu.

İki şarkıdan sonra, otobüsü bir alkış tufanı kaplamıştı. Ada­ma, şarkılarına devam etmesi için adeta yalvarılıyordu. Beş ta­ne, on tane... Söyleyebildiği kadar, yorulana kadar...

Fakat adam, sebebini daha sonra anlayabileceğimiz bir plan dahilinde, bütün ciddiyetiyle mazeretler ileri sürüyor ve işi tadında bırakmaya kararlı görünüyordu.

Alkışlar kesilince:

"Affınıza sığınmak isterim," diye konuşmaya başladı.' "Kalbim, böyle duygulu şarkılara pek dayanmıyor. Lütfen beni bağışlayınız. Görüyorsunuz ya nefesim de tekliyor. Çünkü bir kalp hastasıyım ve sizlere bu neşeli anınızda, kötü bir sahne yaşatmak istemiyorum."

Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti:

"Sizler gibi duygulu ve candan arkadaşlarıma güzel dakikalar geçirtebildiysem, bu gece rahat bir uyku çekerim. Ama çok arzu ediyorsanız, sizlerle olan beraberliğimi sohbet ederek sür­dürebilirim. Çünkü altmış yaşına merdiven dayamış bir ihtiyarın, hayatının baharını yaşayan dostlarına anlatacağı çok şeyler olduğuna inanıyorum."

Adam, bütün dikkatleri tekrar üzerinde toplamayı başarmıştı. Herkesi, bir meraktır sardı. Yolcuların gönlünü fetheden "o adam", şarkı söylememek için bahaneler ararken, neden şimdi konuşmaya hevesli görünüyordu?

Yolcuları dikkatle süzdükten sonra:

"Arkadaşlarım" diye konuşmaya başladı. "Ne söylemek istediğimi merak etmiş olabilirsiniz. " Anlatayım:

"Hayat demek, savaş demektir, mücadele demektir. Başka bir ifadeyle hayat; bir harp meydanıdır. İnsan, yaşayabilmek için bu savaşı kazanmak zorundadır. Tabii ki, savaşı kazanmanın yolu da, savaş usullerini bilmekten geçer.

"Savaş usulleri, yalnızca öğrenilmez. Tecrübe isteyecektir. Ba­zı tecrübeler, çıkmaz bir sokağa çıkabilir ve o zaman hayat, da­ha baharındayken son bulmuş olur. Bu acı sonlanırken karşılaş­mamak için, yaşanmış tecrübelere ihtiyaç vardır.

"İşte ben diyorum ki, altmış yaşına gelmiş bir insan olarak, bu hayat savaşında çok şeyler öğrendim, çok şeyler yaşadım. Aynı savaşın içinde olan sizlerle, bu çok değerli tecrübeleri paylaşmak istiyorum. Sizlere bu kıymetli ölçüleri anlatabilirsem, bu savaşta daha az hata yaparak ayakta kalma şansınız artacaktır. Ve bu hayat savaşında ezilmeyeceksiniz, ezilmemeyi bileceksiniz..

Bizleri samimiyetine inandırmak için, kelimeleri itinayla seçiyor ve vurucu cumlelerle tesirli olmaya çalışıyordu.

"Arkadaşlarım, yoldaşlarım" diye devam etti. "Sohbetime ba­zı sorular sorarak başlamak istiyorum. Yalnızca üç soru soraca­ğım. Sizlerin de cevaplamanızı istiyorum."

"Birincisi:

"İçinizde, hayatımı garanti altına aldım, hiçbir şeyden korku ve endişem yok, diyeniniz var mı?"

Böylesine enteresan sorulara muhatap olan yolcular, bazen hayret içinde, bazen de gülerek birbirine bakıyordu. Ama ben, bütün bunlardan ayrı olarak bu sohbet seyrinin nereye gidece­ğini bir derece sezmiş olmanın huzursuzluğu içindeydim. "O adam’ın önce güzelim sesi ve mukemmel telkinleriyle iyi bir zemin hazırlaması... Yolculardan tam not alarak, onların dostluklarını kazanması... Sonradan da bu diyaloğu iyi kullanarak, insanların zaaflarını deşeleyip hayini hedefler göstermesi, kana­atlarımı pekiştiriyordu.

Nihayet;

"Bu soruları kalp rahatlığıyla 'evet' diyerek cevaplayamazsınız. Çünkü bu tür soruları ortadan kaldıran bir rejimle idare edilmekten mahrumsunuz" diyerek baklayı ağzından çıkardı. Hislerim beni yanıltmamıştı.

Fakirliği, ezilmişliği, horlanmışlığı öylesine usta misallerle anlatıyordu ki, otobüsün içindeki çok az insan, "O adam"ın "komünizm propagandası" yaptığının farkındaydı.

Konuşmasını güldürücü fıkralar ve düşündürücü nüktelerle süsleyip açık hedef olmaktan kaçınıyor ve yutturmak istediği zehiri, büyük bir ustalıkla bala katarak veriyordu.

işin bu tarafını hala anlayamayanlar, hayran hayran onu dinliyordu:

"Adam ne güzel konuşuyor be..."

"Örnekleri de çok çarpıcı ha!"

"Tam bir hatip canım..."

"Yalnız o kadar da değil tabii, insan psikolojisini de iyi bili­yor."

"Anlattıkları harfi harfine doğru..."

"içinizde, bütün gün boyunca tam huzur içinde olanınız var mı?"

Hiç beklemediğimiz bir anda, "güm" diye sorulan böylesine su götürücü bu soru karşısında şaşırmıştık. Bu soruyu ne için soruyordu? Ne yapmak istiyor ve nereye varmayı hedefli­yordu?.

Herkes kendini yoklamış olacaktı ki, bütün simalarda tered­dütler oynaşmaya başladı. Bu yüzden kimse cevap veremiyordu.

"O adam" son derece ciddi bir ifadeyle:

"Elbette" dedi, "bu soruya 'evet' diyemezsiniz. Ben elli yıldır 'evet' diyemedim. Siz de 'evet' diyemezsiniz?

"ikinci sorum:

"Her türlü ihtiyacımı karşıladım, hiç ihtiyacım kalmadı, diye­niniz var mı?"

Arkadaki yolculardan biri:

"Ne mümkün efendim!" diye atıldı. "Hiç ihtiyaç biter mi? ih­tiyaçları karşılamak nerede, biz nerede? Hele orası Türki­ye'yse!"

"Çok güzel" diye karşılık verdi adam: "o zaman üçüncü so­ruyu sorayım:

"Profesör gibi..." "Daha da fazla...’ "O adam" büyük bir ustalıkla sürdürdüğü konuşmasında ba­zen ayet ve hadisleri delil gibi gösteriyor, sözlerinin arasına ingilizce ve Arapça cümleleri serpiştiriyordu. Bazı yolcular:

"Çok da alim biriymiş meğer" diye fısıldaşıyordu. "Tam bir hoca canım. Din adamı dediğin, böyle olmalı."

"Adam" bazen imalarla, bazen de açıkça ileri sürdüğü "meş­ru hükümlere isyan" fikrini büyük bir cesaretle savunuyordu. Dünyada iyilik ve güzellik namına ne varsa, hepsini komünizm diye anlatıyordu.

Karşı çıkmak, itiraz etmek istiyordum... Ama otobüste "o adam" a duyulan hayranlık hislerine karşı istediğim neticeyi el­de edemeyeceğimi biliyordum. Çünkü, şuurlu bir komünist olan "o adam"la aynı görüşü paylaşanların, dindar bir insan zannederek her söylediğini din namına kabul edenlerin ve suya sabuna dokunmadan sadece eğlendirmek için çene yorduğunu sanıp dikkat kesilenlerin arasında kalkıp itiraz etmek, neyi de­ğiştirebilecekti?

Düşündürn... Bir kere bu "güzel" konuşmayı kestiğim için, ilk tepkiyi yolculardan görecektim. Sonra "o adam"ın gerçek bir demagog oluduğunu ve apaçık bir gerçeği bile çarpıtarak yanlış olarak gösterebilme kabiliyetine sahip bulunduğunu anlamıştım. Yapacağım itiraz, yolcular önünde münakaşa şekline girerse, benim hedef olmam bir yana, anlatmak istediğim haki­katleri de uygun şekilde anlatamayacağım için zarar vermiş olacaktım.

Ama mutlaka bir şeyler yapmalıydım. Elimi birkaç kez kaldı­rıp söz almak istedim. Görüyordu. Ama ısrarla görmek istemedi. Bir anda ortaya fırlayıp bozguncular gibi ortalığı birbirine katmak ise, mağllibiyeti peşinen kabul etmek demekti. "O adam", kendisine heyecanla yönelen saf zihinlere zehrini bo­şaltmaya devam ederek iki saate yakın bir süreyle konuştu.

Adamın, cesaret ve davasındaki sadakatine hayran olmuş­tum. Gerçekten inanılmaz bir şeydi. O yaşına rağmen, batıl bir dava uğruna bu derece samimi hislerle katlandığı zorlukları düşündükçe, hak bir davaya gönül verenlerin neler yapması lazım geldiğini bulmaya çalışıyordum.

"Adam"ın kullandığı metot son derece cazipti. Ve eminim bu buluş da kendisine aitti. Bütün konuşmalarında, kendi felsefe­sine bir ekol getirebilecek kadar küıtürlü, zeki ve şuurlu olduğu açıkça görülüyordu.

İleride gelecek hadiseler, tahminlerimi doğru çıkaracaktı. insan psikolojisini bu kadar iyi bilmek... insanlarla diyalog

kurmayı böylesine pürüzsüz becermek... Başkalarına tesir etme sanatını bu kadar güzel icra etmek...

Ve savunduğu fikri anlatmak için, muhtemel tehlikelere karşı hayatını ve emniyetini hiçe saymak... Şaşılacak bir şeydi.

Hiç unutamıyorum, konuşmasını şöyle tamamlamıştı:

"Umuyorum ve ummak istiyorum. Bunun da ötesinde vasiyet ediyorum:

"Anlattıklarım, hayat savaşında ölçünüz olsun, varmak iste­diğiniz hedefleri sizlere göstermeye çalıştım. O hedefe gidin. O dünyayı arayın. O dünyayı bulunca, başta sorduğum sorula­rıma 'evet' diyeceksiniz."

Müthiş bir alkış tufanı arasında, yerine oturdu. Teşekkürler, otobüsün içinde gelip gitmekteydi.

Date: 2015-10-18; view: 313; Нарушение авторских прав; Помощь в написании работы --> СЮДА...



mydocx.ru - 2015-2024 year. (0.007 sec.) Все материалы представленные на сайте исключительно с целью ознакомления читателями и не преследуют коммерческих целей или нарушение авторских прав - Пожаловаться на публикацию