Ãëàâíàÿ Ñëó÷àéíàÿ ñòðàíèöà


Ïîëåçíîå:

Êàê ñäåëàòü ðàçãîâîð ïîëåçíûì è ïðèÿòíûì Êàê ñäåëàòü îáúåìíóþ çâåçäó ñâîèìè ðóêàìè Êàê ñäåëàòü òî, ÷òî äåëàòü íå õî÷åòñÿ? Êàê ñäåëàòü ïîãðåìóøêó Êàê ñäåëàòü òàê ÷òîáû æåíùèíû ñàìè çíàêîìèëèñü ñ âàìè Êàê ñäåëàòü èäåþ êîììåð÷åñêîé Êàê ñäåëàòü õîðîøóþ ðàñòÿæêó íîã? Êàê ñäåëàòü íàø ðàçóì çäîðîâûì? Êàê ñäåëàòü, ÷òîáû ëþäè îáìàíûâàëè ìåíüøå Âîïðîñ 4. Êàê ñäåëàòü òàê, ÷òîáû âàñ óâàæàëè è öåíèëè? Êàê ñäåëàòü ëó÷øå ñåáå è äðóãèì ëþäÿì Êàê ñäåëàòü ñâèäàíèå èíòåðåñíûì?


Êàòåãîðèè:

ÀðõèòåêòóðàÀñòðîíîìèÿÁèîëîãèÿÃåîãðàôèÿÃåîëîãèÿÈíôîðìàòèêàÈñêóññòâîÈñòîðèÿÊóëèíàðèÿÊóëüòóðàÌàðêåòèíãÌàòåìàòèêàÌåäèöèíàÌåíåäæìåíòÎõðàíà òðóäàÏðàâîÏðîèçâîäñòâîÏñèõîëîãèÿÐåëèãèÿÑîöèîëîãèÿÑïîðòÒåõíèêàÔèçèêàÔèëîñîôèÿÕèìèÿÝêîëîãèÿÝêîíîìèêàÝëåêòðîíèêà






Toros dağlarında başlayan sohbet





Toros Dağlarına tırmanıyorduk. Öğle namazı geçmek üzere olduğu için acele ediyor ve otobüsün mola vermesini bekliyorduk. Şoförün bu işe pek niyetli olmadığını anlayınca, yerimden kalkarak öne doğru ilerledim.

"Kaptan" diyecektim. "Namaz kılmak istiyorum, yakında du­racak mıyız?"

Henüz şoföre doğru birkaç adım atmıştım ki, arkadan müthiş bir patlama duyuldu. Araba, sağa sola yalpalayıp şarampole girmiş, yolcular ise korkudan ayağa fırlamıştı. Kendimizi bir panik havasında dışarı attık.

Otobüsün arka tekerleri patlamıştı. Hem de ikisi birden. Şoför, büyük bir şaşkınlıkla:

"Vallahi" dedi, "ben on beş yıldır bu işi yapıyorum, arabanın iki arka tekerinin birden patladığını ilk defa görüyorum. Hayırdır inşaallah, işimiz uzun süreceğe benziyor."

Bu hadiseyi daha sonra kıymetli bir büyüğüme anlatınca: "İyi ki otobüs infilak etmemiş" dedi. "Tekerler o küfrün ağır­lığına nasıl dayansın? Elbette patlar."

Yolcuların çoğu Torosların nefes kesen yeşillikleri arasına da­ğılırken, ben de abdest almak üzere ilerideki çam ağaçlarının al­tından akan billur gibi suya koştum. Ciğerlerime dolan tertemiz orman havasının ve dağlarda kuş cıvıltılarının tesiriyle adeta büyülenmiştim.

Namazımı kılar kılmaz "o adam"ı aradım.

Büyük bir çam ağacına yaslanmış dinleniyordu. Yüzünde yorgunluk ifadesi değil de, davasına hizmetin lezzeti okunuyordu.

Yanına yaklaşarak selam verdim. Gayet samimi ve sıcak bir tavırla selamımı aldıktan sonra, büyükçe bir kayayı göstererek:

"Buyurmaz mısınız?" dedi, "birlikte oturalım."

Karşı karşıya oturduk. Tatlı bir tebesssüm ve gözlerindeki pırıl pırıl ifadelerle bana bakıyordu. Anlaşılan karşısındaki insanlara "candan bir arkadaş" imajını vermekte de son derece ustaydı.

Bir şeyler demeye hazırlanırken, benden önce davranarak mesleğimi ve memleketimi sordu. Öğretmen olduğumu öğrenincede:

"Aaaa!" dedi. "Ne kadar güzel. Hayatım boyunca yanıp tutuştuğum bir meslek. İnan ki hocam, yeniden dünyaya gelsem öğretmenliği tercih ederim. Hem de ilkokul öğretmenliğini...

"Bir milleti, çektiği sıkıntılardan kurtarmak ve yeni nesli istediğin yola kanalize etmek için, en ideal bir yol... Çünkü, işin temelindesiniz. Memleket binası, bu temel üzerine inşa edilecektir. Anlıyorsun değil mi? Bu şekilde yeni bir insan tipi meydana getirebileceksin..."

Söylediği çok doğruydu.

Hemen sezdiğim bir başka doğru da, bana iltifatlar yağdırarak tartışmayı istediği mevzuya çekmek ve bana kendisini kabul ettirmek düşüncesindeydi.

Bir fırsatını bularak, konuşmasının arasına giriverdim: "Efendim" dedim, "Sizi aramamın sebebi, otobüsteki sohbetinizle ilgiliydi. İki saati aşan konuşmanızla, yolcuları kendinizı hayran bıraktınız. İnsan psikolojisini iyi bilen, son derece kültürlü bir insan olarak da günümüzün meselelerine parmak bas­tınız. Kanayan yaralarımızın tedavisi konusunda, birçok teklif­ler- ve çıkış yolları gösterdiniz.

"Konuşmalarınızı dikkatle dinledim ve gördüm ki, fikirlerini­zi daha çok siyasi ve ekonomik durumlar ile birtakım felsefi mevzular üzerinde yoğunlaştırdınız. Çare olarak da, Marksizmi takdim ettiniz. Ve özellikle, Marksizm mevzuunda oldukça ka­pasiteli bir insan olduğunuzu ispatladınız. Elbetteki böyle çok boyutlu bir insandan istifade etmem lazım geldiğini anladım ve kısa da olsa özel sohbet etmek için yanınıza geldim."

Karşımdaki "o adam", benim bu küçük iltifatımdan hoşlan­mıştı. Bana doğru eğilerek:

"Genç hocam" dedi, "sizlere yardımcı olmak, beni son derece mutlu kılar. Eğer benden açıklamamı istediğiniz bir husus var­sa, çekinmeyin sorun. Bilgi dağarcığımı, istikbalimizin garantisi durumunda olan siz gibi öğretmenlerimize bir defa değil, bin defa sererim."

İşin başında, konuya nereden ve nasıl gireceğimi pek kestire­memekle birlikte, sohbetimizi imani konulara çekmek istiyordum. Çünkü, karşımdaki "adam"ın şuurlu bir Marksist ve ken­di sahasında ileri derecede söz sahibi birisi olduğunu anlamış­tım. Konuşmalarında, her ne kadar ayet ve hadislerden bahset­tiyse dahi, bunu benimseyerek değil, karşısında bulunan yolcu­ların dini duygularından istifade için yaptığı, her halinden belli. olmaktaydı.

Büyük bir inanç boşluğu içinde olduğunu hissettiğim "o adam"a, önce Allah'ın varlığını ve diğer imani meseleleri, akla yatkın ve ilmi metotlar içinde anlatmalıydım. Ekonomik ve felsefi hususlar bundan sonra konuşulabilirdi. Çünkü inanma­yan bir adama Allah'tan ve Kur'an' dan bahsetmek hiçbir fayda vermeyecekti.

Bu noktadan hareketle benden soru sormamı ve herhangi bir konuda bilgi istememi bekleyen "o adam"a dönerek:

"Efendim" dedim. "Toparlayabildiğim kadarıyla konuşma­nızda hep geniş dairelerin genel problemlerinden bahsettiniz. Bütün dünya... Bütün insanlık.. Siyasi ve ekonomik mevzular... Genel dertler ve çareleri...

"Halbuki ben, uzak ve geniş meselelere önce yakınlarımdan baş­lamak istiyorum. Mesela. kendimi bilmek, tanımak, taşıdığım gizli ve açık sırların önemini kavramak ve hareket noktasını kendi içimden tesbit etmek istiyorum. Yıllar yılı bu konuda ka­famı işgal eden birçok sorularım olmuştur. Doğrusunu isterse­niz açık ve net bir cevap alamadım. Belki siz, bu sorularıma bir çıkış yolu gösterebilirsiniz."

Yine başını tebessümle sallayarak sorumu beklediğini ifade edince, konuşmamı sürdürerek:

"Ben kendimden başlamak istiyorum," dedim. "Sizce insan nedir? Mahiyeti ve sırları neyi göstermektedir? Bir türlü sırlarına ulaşılamayan bu dev muamma niçin vardır? Ve varlığı neye bağlıdır? Bu varlığın tercihini kim yapmıştır? Bu soruların ceva­bını yıllardır düşünmeme rağmen bir türlü içinden çıkamıyorum. Beni bu konuda aydınlatın lütfen. Çünkü sizin gibi ka­pasiteli bir insana bir daha rastlayacağımı zannetmiyorum."

Karşımda oturan "o adam’ın birden ciddileştiğini gördüm. Bakışlarındaki o tatlı pırıltı bir anda silinerek donuklaşmıştı..

Herhalde böyle bir soruyu hiç beklemiyordu.

Bir müddet geçtikten sonra:

"Doğrusu bu konuyu bugüne kadar hiç düşünmemiştim" dedi. "Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizce insan nedir?" Konuyu istediğim noktaya çekince biraz rahatlamıştım. "Efendim" dedim. "Bu konuyu merak edince, tabii ki kendi

çapımda bir araştırma yaptım. İlmine ve kültürüne inandığım yakın bir dostuma da bu konuyu açmıştım. Faydalanmam için bana bir kitap vermişti. Okudum. İçinde çok önemli konular bulunuyor. Ancak dili biraz ağırca. Bir kısmını tam anlayamadım. Siz, oldukça kültürlü bir insansınız. Ve Osmanlıca kav­ramları da herhalde iyi biliyorsunuz. O kitabın anlaşılmayan yerlerini size okursam, bana izah eder misiniz?"

"Gayet tabii hocam" dedi. "Kitap üzerinizdeyse buyurun. Elimden geldiği kadarıyla size yardımcı.olmaya çalışırım. Böylelikle, sizin olduğu kadar benim de merak ettiğim bir konuyu öğrenebiliriz."

Ceketirnin iç cebindeki kitabı çıkardım. Kitabın adı, Meyve Risalesi...

"Altıncı Mesele"yi açtım. of

"Önce Allah'a İmanı anlatmalıyım"

Karşımda materyalist felsefenin parmakla gösterilecek kadar şuurlu bir siması oturuyordu. Adeta, "o dava"yı temsil eden "o adam" a karşı iman davasının muzafferiyeti için bütün kalbimle Allah' a yalvarıyor ve acizliğimi şefaatçi yaparak yine ona sığınıyordum.

"Altıncı Mesele", Allah'a iman hakkındaydı. Allah'ın varlığı­nı ve birliğini, akli, ilmi ve mantıki tarzda izah ediyordu. Önce­likle bu meseleyi anlatmaya çalışacaktım. Çünkü her şeyin başıAllah' a imandı ve bu husus izah edilip açıklığa kavuşturulunca, diğer meseleler çok kolay halledilecekti.

Kitabı, okuduğunu pek anlamayan ve orada yazılanlara ya­bancı olan bir insan tavrıyla okumak istiyordum. Çünkü bu konuda bir şeyler bildiğimi ifade edersem, mevzunun tartışma ha­vasına girmesinden korkuyordum. Halbuki ben, kendisinden bazı hususları öğrenmek istediğimi nazara vermeliydim.

"Altıncı Mesele"nin misallerini okumaya başladım:

"Nasıl ki, mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar tiryaklar ve macunlar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakim bir eczacı­yı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan ve dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zihayat ma­cunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahanede ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla (tıp ilmi ölçüsüyle) Küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakim-i Zülcelal'i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır."

Kitabı dikkatle dinleyen "O adam"a, misal bitince sordum: "Efendim, bu misal ne demek istiyor acaba, biraz izah edermisiniz?"

Gözlerini ilk defa bir şey keşfediyormuş gibi bir noktaya dik­tikten sonra, düzgün ve tek tek seçtiği kelimelerle konuyu izaha çalıştı:

"Yani demek istiyor ki, bir eczahanenin içinde bulunan hayat ve şifa verici ilaçlar, onların iyi bir kimyager tarafından yapıldı­ğını gösterir. Bir ilacın ustasız ve kimyagersiz meydana gelmesi imkansızdır. Aynen bunun gibi, dünya da o eczahaneden daha büyük ve daha mükemmel bir eczahanedir. Dünyanın içinde bulunan dört yüz bin çeşit bitki ve hayvanların da, o ilaçlar gibi maharetli bir eczacı tarafından yapılması icap eder.

"O küçük eczahanedeki ilaçlar bir kintyager tarafından yapılı­yorsa, bu dünya eczahanesi de eczacısız ve kimyagersiz olmaz. O da Allah olmalıdır."

Misalden anladığını yorumladıktan sonra, sanki onu başkasından duyuyormuş gibi, sağ elini sol elinin içine vurup:

"Mükemmel bir misal" diye gürledi. "Orijinal. Çok güzel"

Bu olağanüstü tesirin ciddiyet derecesini öğrenmek için yüzüne baktığımda, gerçekten samimi olduğunu anlamakta zorlanmadım.

Heyecandan, kalbimin vuruşlarını hissediyordum.

Okuduğum mevzuda dört misal daha olduğu için:

"Efendim, okumaya devam edebilir miyim?" diye sordum. Kendine has ağırlığı ve ciddiyetiyle:

"Buyurun hocam," dedi. "Lütfen devam edin."

Kendimi zor frenleyebildiğim bir heyecanla okuduğum çarpıcı misallerin açıklamalarını büyük bir takdirle yapıyor ve her izahının ardından da:

"Müthiş bir şey. Duymadığım doğrular" diye hislerini belirtiyordu...

Özellikle şu misal, fevkalade dikkatini çekmişti:

"Hem nasıl ki: Bir fabrika şehirde milyonlar elektrik lambalar hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lambaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lambaları yapan VE fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekar us­tayı ve fevkalade kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır; yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu alem şeh­rinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmıkozmoğrafyanın (astronominin) dediğine bakılsa, küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş def'a sür'atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor; birbirine çarpmıyor, sön­müyor, yanmak maddeleri tükenmiyor.

"Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için her gün küre-i arzın denizleri kadar gaz yağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lazımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvi yıldızları gaz yağısız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve sö n­dürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan ve nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla göste­ren bu kainat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir..."

 

Henüz misalin sonunu getirmemiştim ki:

"Bu konu çok derin" diye araya girdi. "Ben astronomiyle bi­raz meşgul oldum. O akıl almaz sırların içine girilince pek çıkılamıyor, boğuyor insanı. Bu misalde de anlattığı gibi, kainatta ince bir nizam var. Bu nizamın nasıl ve kim tarafından korun­duğu konusuna farklı insanlar tarafından farklı yorumlar geti­rilmiş.

"Ama şunu ifade etmek isterim ki, ille de bir Allah aramak gerekirse, astronomi ilmi insana çok şeyler anlatacaktır."

Mevzunun bu tarafına kuvvet kazandırmak için,

"Efendim" dedim. "Geçenlerde ilmi bir kitapta (Yıldızların Esrarı, Hüseyin Demirkan. Yeni Asya Yayınları) bu konuda şöyle bir yorum okumuştum, müsaadenizle anlatayım:

"Buyurun" der gibi başını salladı.

'ABD'de bulunan Mount Palomar Rasathanesindeki dünyanın en güçlü optik teleskopu olan 200 inçlik Hale teleskopunun gözlem sahası içine 800 milyon galaksi girmektedir. Kainatta ne kadar galaksi olduğu konusunda tahmin yürütmek bile imkansızdır. Çünkü, kainatın gözlenebilen kısmının bütün kainat içinde ne kadar yer işgal ettiği bilinmemektedir. Belki yüz milyar galaksi, belki daha fazla...

"Çoğunluğu 100 milyar dolayında yıldızı ihtiva eden sayısız galaksiler içinde 100 milyardan fazla yıldızı olanlar da vardır. Bu yıldızların birçoğu ise, güneşimizden binlerce misli büyük devlerdir.

"İçinde bizim bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi, bugüne kadar varlığı hesaplanan 100 milyar galaksiden sadece bir tane­sidir. Samanyolu galaksisinin yıldız sayısı 200 milyar olarak he­saplanmıştır. Samanyolu galaksisinin çapı ise 100 bin ışık yılı­dır. (ışığın bir saniyedeki hızı 300 bin kilometredir.) Saatte 10 bin kilometre hızla giden bir roketle Samanyolu' nu bir ucun­dan diğer bir ucuna gitmeye kalksak, bu seyahati 15 milyar 800 milyon senede tamamlayabilirdik.

"Aynı rota üzerinde ilerleyen iki galaksiden arkadakinin hızı öndekinin hızından daha fazla olursa, iki dev galaksi milyarlar­ca yıldızlarıyla birlikte birbirlerine gireceklerdir. Her bir yıldı­zın birkaç çeşit hareketi olduğu gibi, her galaksi de ayrıca kendi ekseni etrafında dönüş halindedir. Bir galaksinin çapının yüz­binlerce ışık yılıyla ifade edildiği düşünülürse, iki galaksinin birbiri içinden geçmesi, milyarlarca sene alacaktır. Bu sırada yıld­ızların birbirine çarpmaması ve intizamlarını bozmaması, in­sanı ister istemez hayrete düşürmektedir.

"Bu ince ve dakik sırlarla, derin ve akıl almaz hesaplarla aklı acze düşüren bu muhteşem sistemin plan ve programı kimin eseri olabilir?

"Tesadüfün mü? Tabiatın mı? Sebeplerin mi? Yoksa bir Ka­dir-i Zülcelal'in mi?"

Karşımda beni biraz endişe, biraz da merakla dinleyen ‘o adam"a tekrar baktım. Suskun ve düşünceliydi.

Devam ettim:

"Ortada birtakım kanunlar vardır. Bu kanunlara büyük bir itinayla uyulmaktadır. Bu kanunları koyup bütün kainatı bu kanunlara itaat ettiren kimdir?

"Eğer bu plan ve programcının Allah olmadığını iddia eder­sek, şu görüşleri kabul etmek zorunda kalırız:

"Birincisi: Kainatın kendi kendine meydana gelmiş olduğunu ileri sürmek için, evvela kainatın herbir zerresinde bütün kainatı görüp bilecek ve ona göre vaziyet alacak bir akıl ve bilgi bulunduğunu farz etmek gerekir. Çünkü meydanda aşikar bir ilim eseri görülmektedir. Eğer bu ilim, bu kainatı yaratan bir tek mimara verilmezse, kainatın değil bütün yıldızlarında, hatta bütün zerrelerinde bu ilmin varlığını kabul etmek lazım gele­cektir.

"İkincisi: Kainatın zerreleri, kendiliğinden var olduğu farz edilen bu akıl ve ilim ile birlikte, aralarında kusursuz bir anlaş­ma sağlamaları ve milyarlarca sene boyunca bu anlaşmayı bir saniye bile bozmaksızın tam bir ittifak içinde hareket etmeleri icap eder.

"Üçüncüsü: Kainatın zerreleri, bu kusursuz kanunları meyda­na getirmek suretiyle kanun koyucu ve hakim vasfı kazanacaklar, hem de bu kanunlara kendi kendilerini mahkum ede­ceklerdir. Hakimiyetin ve mahkumiyetin bir şahısda toplandığıdünyada görülnmemişken, sayısız kainat zerrelerinin tümünde birden toplandığı nasıl düşünülebilir?;

"Dördüncüsü: Bu faraziye ile, kainatın her bir zerresinde mi­silsiz bir fedakarlık hissinin bulunduğunu kabul etmek lazım gelir.

"Atomlardan, hücrelerden, tohumlardan, galaksilere ve pul­sarlara varıncaya kadar kainatın her köşesinde kendini gösteren böylesine hassas bir nizamın tesadüflerden, sebeplerden ve ta­biattan ibaret olduğunu söylemek, aklı başında bir insan için mümkün değildir. Bütün bu intizamlı işlerin arkasında, bir kudret eli görülmektedir..

"Sizce de böyle değil mi, beyefendi?" diye sordum. "Bir şeyler olmalı ya!" diye cevap verdi.

Toros Dağları sohbetimize kucak açmış, o göz kamaştırıcı muhteşem güzellikleriyle her zerresi Allah'ın varlığına bir delil olarak, adeta "Siz bana baksanız yeter. Ben size binlerce, mil­yonlarca misaller sunuyorum" demek istiyordu. Pırıl pırıl sula­rın aktığı o yemyeşil manzaralar içinde süren sohbetimiz, bir ikram-ı İlahi olarak devam ediyordu.

Date: 2015-10-18; view: 253; Íàðóøåíèå àâòîðñêèõ ïðàâ; Ïîìîùü â íàïèñàíèè ðàáîòû --> ÑÞÄÀ...



mydocx.ru - 2015-2024 year. (0.008 sec.) Âñå ìàòåðèàëû ïðåäñòàâëåííûå íà ñàéòå èñêëþ÷èòåëüíî ñ öåëüþ îçíàêîìëåíèÿ ÷èòàòåëÿìè è íå ïðåñëåäóþò êîììåð÷åñêèõ öåëåé èëè íàðóøåíèå àâòîðñêèõ ïðàâ - Ïîæàëîâàòüñÿ íà ïóáëèêàöèþ