Главная Случайная страница


Полезное:

Как сделать разговор полезным и приятным Как сделать объемную звезду своими руками Как сделать то, что делать не хочется? Как сделать погремушку Как сделать так чтобы женщины сами знакомились с вами Как сделать идею коммерческой Как сделать хорошую растяжку ног? Как сделать наш разум здоровым? Как сделать, чтобы люди обманывали меньше Вопрос 4. Как сделать так, чтобы вас уважали и ценили? Как сделать лучше себе и другим людям Как сделать свидание интересным?


Категории:

АрхитектураАстрономияБиологияГеографияГеологияИнформатикаИскусствоИсторияКулинарияКультураМаркетингМатематикаМедицинаМенеджментОхрана трудаПравоПроизводствоПсихологияРелигияСоциологияСпортТехникаФизикаФилософияХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника






Ouml;nsöz





KENDİNİ ARAYAN ADAM

Halit Ertuğrul

[email protected]

Yayın Yönetmeni: Selahattin Arslan

Editör: İsmail Fatih Ceylan

Mizanpaj: Nesil Yayınları

Kapak: Nesil Grafik

Üretim Sorumlusu: Ali Osman Macit

ISBN: 975-408-165-4

Baskı: Mart-2004

Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince bu eserin yayın hakkı anlaşmalı olarak Nesil Basım Yayın'a aittir. İlinsil. kısmen

ya da tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz.

Baskı-Cilt: Nesil Matbaacılık

Sanayi Cd. Bilge Sk. No: 2

Yenibosna / İstanbul

Tel: (0212) 551 3225 pbx

Faks, (0212) 551 26 59

İnternet: i'MW. nesil. com. tr e-posta: [email protected]

--

Ouml;nsöz

insanlığı huzur ve mutluluğa götüreceği iddia edilen birçok ideoloji, felsefi akım ve model, uzun tarihi tecrübelerden sonra birbiri ardından silinip gitmektedir. Komünizmin bir çığ gibi yıkılışı da bunlardan birisidir.

Salih Gökkaya, komünizm yolundaki şöhreti yurt dışına taş. mış ve bu uğurda ömrünün elli yılını vermiş olan bir insandır Böylesine kapasiteli bir kişinin intibaha gelerek dönüş yapması dikkatleri bir anda üzerinde toplamış ve "dönüşünden sonra yazdığı mektuplar, "asrın mektupları" olarak değerlendirilmiş­tir. Bu mektuplar hala elden ele, ilden ile dolaşarak hizmet yapmaktadır.

Salih Gökkaya'nın "dönüş" hadisesini, bundan birkaç yıl ön­ce "Yeniden doğmak" adını taşıyan bir kitapta toplamıştık. Fakat bu eserin onbeş gün gibi kısa bir süre zarfında tükendiğinıhayretle müşahede ettik. Kitabın bitmesinden sonra da yeni ta­leplerle karşılaşıyor, takdir, tebrik ve gözyaşları ile dolu olan sayısız mektup ve telefon alıyorduk. Bu eserin fevkalade bir

iman hizmetine vesile olduğunu görünce, daha muhtevalı bir kitap haline getirilmesine karar verdik.

Kitabın, daha birçok hizmete vesile olması dileğiyle...

; 01.04.1991 Halit Ertuğrul

KENDİNİ ARAYAN ADAM (YENİDEN DOĞMAK)

Her şey bir yolculukla başladı

o gün... Yıllardır okul sıralarının zorluklarını, bugüne kavuşmanın tesellisiyle yenmeye çalışmıştım. Bunun için ki, öğretmenlik mesle­ğine attığım ilk adımın, ruhumu sımsıcak duygularla titretti­ğini çok iyi hatırlıyordum. Öğretmen olmak... Adeta ülkeler fet­heden bir kumandan gibi, vakur ve tatlı bir ürpertinin bütün benliğimi dalga dalga sardığını hissediyordum.

Sanki dünyada bu mesleği seçen ilk adam benmişim gibi önüme çıkan herkese soruyordum:

"Öğretmenlik nasıl bir şey? Aldığım cevaplar genellikle aynıydı:

"Öğretmenlik mi? Oooh, çok güzel tabii... Yalnız eski itibarı kalmadı"

Bazısı da öyle ballandıra ballandıra anlatıyordu ki, o güzel sözleri dinlerken hemencecik okula koşasım, o cıvıl cıvıl çocuklar arasına karışasım geliyordu.

Fakat "Öğretmen mi?" diye, dudak bükerek moral bozucu ce­vaplar veren ve adeta kanımı buz gibi donduranlar da az değildi. Ama ben, nedense hep hoş ve tatlı sözleri duymak istiyor, ürkütücü konuşmaları çabucak unutuveriyordum.

Vazife yapacağım yere gitmek üzere hazırlanıyordum. Beni uğurlamak için eve gelen dost, akraba ve arkadaşlarla birlikteydim. Bizde usuldür; uzağa giden kimselere, "Allah yolunu açık etsin, güle güle git, güle güle gel" diyerek, hem moral verilir, hem de iyi ve kötü gününde yalnız olmadığı ona anlatılmak is­tenir. Bu geleneğin manevi kıymetinin ne kadar büyük olduğu­nu ilk defa anlıyordum.

Sohbet oldukça koyuydu o akşam... Konu ise, öğretmenlik.. Şahsına ve ilmine çok saygı duyduğum bir büyilğümüz, öğretmenlik mesleğindeki başarı sırlarını anlatıyordu. Bu metotlar benim için o kadar önemliydi ki, dayanamadım, kağıda ve kale­me sarılarak not almaya başladım.

"Öğretmen bir köyün her şeyidir" diyerek girmişti sözüne. "Bu, aslında bir Peygamber mesleğidir. Muhtaç insanlara ilim, medeniyet ve irfan götürmek kadar faydalı daha ne olabilir? Bunu yapabilmek için de, nabza göre şerbet vermeyi iyi kavramak lazımdır. Doğru bir şeyi anlatırken, kırmadan, ürkütme­den ve damarına dokunmadan yapmak gerekir. Yapayım der­ken, bütün bütün bozmamaya dikkat etmek çok önemlidir.

"Köylünün inanç ve geleneklerine ters düşen, onlardan kaçan ve hayat tarzlarından kopan bir öğretmen, o yerde hem başarılı olamaz, hem de huzur bulamaz. Ve belki de barınamaz da... Köylü, önce öğretmenin samimiyetine inanacak ki, ona kapıla­rını açıp sıcak bir ala ka göstersin. Bunun için, o köyün öğretme­ni, kendi mesleğini çok iyi kavraması kadar, insan psikolojisini de iyi bilmesi lazımdır. Çünkü bizdeki öğretmenlik anlayışı yal­nızca çocuk okutan değil, köyün bütün dertlerine çare bulabi­lecek bir ehliyette olması lazım geldiği yolundadır.

"Bayramda; düğünde, sünnette, bazı özel gün ve gecelerde bütün gözler öğretmeni arar. Tabii ki öğretmen de bunun hakkını vermelidir. Bu da çok iyi bir kültür ister. Yalnızca, ders ki­taplarının teorik bilgileri yetersizdir. Öğretmen, hayatı en bü­yük bir okul kabul ederek her hadiseden, her tecrübeden ders almasını bilmeli ve hareket tarzını da ölçülü ayarlamalıdır.

"Kalbin nuru din ilimleri, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin birleştirilmesiyle hakikat ortaya çıkar. Bu iki unsurun bir araya gelmesiyle, talebe gayrete gelir ve başarılı olur. Birbirinden ayrıldıkları vakit birincisinden taassup, ikincisinden de hile, şüphe doğar" diyerek, iyi bir eğitim politikası çizen kıymetli 1: alimin bu güzel sözü üzerine yorumlar yapılıyordu.

"Cami ve okul, bir köyün iki ana direğidir. O köyün varlı! huzuru ve birlik içinde yaşaması, bu iki direğin sağlam ve dimdik ayakta durmasına bağlıdır. Camide din havası mevcuttur.

Okulda ise, ilim havası vardır. Birisi, düşmanlığı, kini silip kardeşliği getirir; diğeri de cehaleti kaldırıp medeniyeti davet eder Böylece o köy, genel bir okul havası içinde, ilim, fazilet, medeniyet ve kardeşlik mefhumunu öğrenmeye başlar. Bunları yapacak olan da, o köyün imamı ve öğretmenidir.

"Öğretmen, cami cemaatini tanımayıp, köyün en mukaddes varlığı olan camiye ters düşer; imam da okulu bir küfür alanı olarak görürse, o köyde fitne kıvılcımları çıkmaya başlar. Halbuki öğretmenin imamla anlaşıp kaynaşması, milletin hasretle beklediği bir husustur."

Büyük bir zevk ve dikkatle dinlediğimiz sohbet, geç vakitlere kadar sürmüştü.

Bu ölçüleri bir bir not aldıktan sonra, valizime kitapları: yerleştirdim. Çünkü onlar benim hem öğretmenim, hem arkadaşım olacaklardı.

İhtiyar muhtarın acıları

Yola çıkalı iki saat olmuştu. Bu iki saat boyunca, on üç yıllık öğrencilik hayallerim bir sinema perdesi gibi geçiyordu gözlerimin önünden... Ve her sahnenin sonunda da "okul ve öğrenci’ ikilisi gelip karşıma dikiliyordu. Ne renkli düşüncelerdi Allah'ım!

Güzel bir okul... Yanında yeni lojman... Etrafında iyi tanzim edilmiş bir bahçe... Yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl çayırlar... Minicik öğrencilerin cıvıl cıvı! sesleri... "Ögretmenim" diyerek gülücükler dağıtışları... Hayal bile olsa içime tatlı bir sıcaklık serpiyordu. "Okulun minaresi" demek olan bayrağı ilk görüşümde,

nasıl bir heyecan içinde olabileceğimi tahmin etmeye çalışıyordum. Arif Nihat Asya gibi:

"Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,

"Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü" mü diyeceğim, yoksa o anın duygularıyla başka bir şeyler mi mırıldanacağım? Bilemiyorum.

Ya köylüler? Öğretmeni ilk görüşlerinde:

"Hoş gelmişsen öğretmen bey" derlermiş ellerini uzatır, sıcak bir alakayla tokalaşarak. "Bir ihtiyacın olursa, Allah'ını seversen çekinme ha! Bizim ev, aha şuradır" diye sıkı sıkıya tembih ederlermiş. Daha neler neler derlermiş...

Bu hayal, ne güzel bir şey... İnsanı nasıl da umutlandırıp rahatlatıyor, endişeleri, şüpheleri bir bir dökerek teselli ediyor.

Dalıp gittiğim için kendi kendime mırıldanmış olacağım

aynı koltuğu paylaştığımız ihtiyar yol arkadaşım soruyor:

"Talebe misiniz evlat?"

"Öyle sayılır" diye cevap veriyorum. "Daha düne kadar talebeydim. Mesleğimiz öğretmenlik olunca, talebelik de emekli olana kadar devam edecek herhalde..."

"Tabii ya!" diyor ihtiyar, "Yalnız öğretmenler talebe değil, bana kalırsa, dünya bir okul, bütün insanlar da o okulun talebeleridir. Doğan her insan bu okula yazılır, ölen her insan da şehadetnamesini (diplomasını) alıp gider."

"Ama, notun iyi olmadıktan sonra!" Güngörmüş ihtiyar da dalıp gidiyor... Tıpkı benim saatlerce hayalin peşine düşüp gittiğim gibi, gözlerini bir noktada toplayıp düşünüyor. Gittikçe bakışlarının fersizleştiğini görüyorum Çileyle kıvrılmış kapaklarının örttüğü gözlerinde yaş bulutları oynaşıyor. Ardından damlalar sıraya dizilerek bembeyaz sakalına takıla takıla aşağıya doğru iniyor.

Nur yüzlü ihtiyarı ağlatan hadiseyi kendisine bir türlü soramıyorum.

Neden sonra:

"Evladım! Sakın ola sen şu bizim köyün öğretmeni gibi olmayasın" diyor. Kendisine merakla baktığımı görünce de devam ediyor: "Ben o zaman köyün muhtarıydım. Bu vazifem tam on altı yıl sürmüştü. Zengindim. Çok koyunum vardı. On yıl boyunca sürülerimi üç çoban çevirdi. Köyün biraz dışında, iki katlı bir konağım vardı. Köye her gelen beni bilirdi. Konağımızın yanına yaptırdığım bir odayı yalnızca misafirlere ayırmıştım. Kapımı

çalınmadığı gün üzülürdüm.'Yoksa köylüyü kırdık mı? Niçin

bu akşam gelmediler?' diye hayıflanırdım.

- "Hele yenmiş içilmiş, aklıma bile gelmezdi. Üstelik zevkti­

yardım. Rahim olan Allah, rahmetinden bol bol gönderirdi. Ne

malım eksilirdi, ne de param...

"Bir akşam <üzeriydi. Orta yaşlı biri gelmişti kapıya.

"'Öğretmenim' demişti. 'Bu köyün çocuğunu okutmaya geldim.'..

"Safa geldin, diyerek içeri aldık. Üşümüştü. Karnını doyurduk. Baş köşeye geçirdik.

"'Fakirim' dedi. 'Kimseciklerim yok. Babamı, annemi çok küçük yaşta kaybettim. Beni bir hayır sahibi okuttu. Bir ay önce

onu da kaybettim. Dünyada yapayalnız kaldım. Ben de valizimi

alarak sizlere sığındım. Eğer kabul ederseniz, bundan sonra sizleri ana baba kabul etmek istiyorum.'

"Çok acımıştık. Hemen köylüyle bir araya gelerek boş bir evi'

tamir ettik, içini döşeyip kendisine teslim ettik. Her gün birimiz akşamları misafir alır olduk.

"İnan evladım, ben kendi öz oğluma böylesine bir sevgi göstermemiştim. Yaptığımız iyilik bununla da bitmedi. Köyümüzde namuslu, terbiyesi güzel bir kızımızı da kendisine verdik. Hem de bütün masrafları üzerimize alarak..."

"Neden diye sorarsan, 'kimsesiz fakir,' diye tabii..."

Benim hayretim gittikçe artıyordu. Bizim insanımız ne kadar da merhametli, cömert ve yardımseverdi. Hiç tanımadığı bir insana böylesine fedakarlık... İyi niyet... Bu güzel geleneği, bizim insanımızdan başka acaba kim gösterebilirdi? Allah rızası için, hiçbir karşılık beklemeden yabancı bir insana evlat muamelesi yapmak, herhalde sadece bizim insanımıza hastı.

"Ya sonra?" diye sordum.

Gözleri yeniden dolmuştu. Ağlamaklı bir ses tonuyla:

"Neler olmadı ki evladım" dedi. "Evimi dağıttı, dünyamı başıma yıktı."

Tam bir şaşkınlık içinde, heyecanla dinliyordum.

"Bütün köylü, kimsesiz ve fakir diye bu öğretmenin üstüne titriyorduk. Ama öğretmen, gün geçtikçe değişiyordu. Gizlediği kötü niyetini yavaş yavaş açığa vurmaya başlıyordu.

"Okulla alakasını kesti. Öğrencilerle hiç ilgilenmiyordu. ak şama kadar gençlerle kafa kafaya verir ve sohbet bahanesiyle onların beyinlerini yıkardı. Okulda çocuklara anlattıkları şey de yavaş yavaş kulağımıza gelmeye başlamıştı."

"Neler anlatıyormuş?" diye sordum.

"Neler değil ki" diye söylendi. "Hiç duymadığımız marş öğretiyormuş. Bizim marşıarımızı ağzına almazmış. Müslümanlığa, imana karşı çok kötü söylermiş, namert... 'Neye inanıyorsanız, onlar hepten safsata' dermiş. Kafir herif, haşa Allah'a bile inanmazmış. Tövbe ya Rabbi, tövbe..."

"Bunları duyunca, bir gün çektim kenara: 'Bana bak öğretmen bey' dedim. 'Kulağıma böyle böyle şeyler geliyor. Bunlar doğru mudur?'

Rengi attı hemen, kulaklarına kadar kızardı.

"'Amma yaptın ha muhtar' dedi. 'Hiç öyle şey olur mu? çocuklar herhalde anlattıklarımı yanlış anlamış olacaklar. Tabii

size de yanlış malumat vermişlerdir. Hem siz benim öz ana babam sayılırsınız. Sizin sayenizde bu dünyada yaşıyorum. Siz olmasaydınız, ben ne yapardım? Sonra tövbeler olsun muhtar; insan Allah'a dil uzatabilir mi? O bizi yoktan yarattı. Bilirsin

ben orucumu tutarım. Fırsat buldukça Cuma namazına bile giderim. inşaallah vakit namazıarına da niyethyim. Gözüm kör

olsun ki, Kur'an baş ucumda asılı durur."

"Ne zaman ağzımı açsam, buna benzer şeylerle bizleri avuturdu. Çok kurnazdı. Kiminle ne konuşacağını çok iyi biliyor­du. Bizim gibi büyüklere karşı son derece saygılı ve dindar gözükürken, gençlerin de imanına okudu tabii... O körpe beyinleri

zehirle doldurmuş meğer..."

Karşımda, hiçbir şey bilmez zannettiğim bu köylü ihtiyar, neler söylüyordu? O kadar merakımı kamçılamıştı ki, bütün dikkatimle onu dinliyordum. Milletin kucağında büyütüp onun ekmeğiyle beslenen bir insanın, en çok saygı duyması lazım geldiği bir yere ihanet etmesine karşı, içimde büyük bir nefret doğmuştu. "Devletten aldığı maaşla devleti yıkmaya çalışmak...’ Bundan daha büyük bir adilik olur muydu?

ihtiyar yol arkadaşımın sık sık öksürüklerle böldüğü cümlelerini kendi kafamda birleştirerek bir bütün halinde düşünmeye çalışıyordum. Bu millet, inanç noktasında ne büyük darbeler yemiş ve hala da yemeye devam ediyordu. Bunları duydukça,

vatandaşa sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha idrak ediyor ve büyük bir islam aliminin şu sözlerini hatırlıyordum: "Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt, gövdenin içine gir­di. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanını sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder." Ve bu teşhis, asra vurulmuştu. Unutamıyordum ve unutmama da imkan yoktu tabii...

"Ara sıra birkaç günlüğüne kaybolup gelmemeye başladı. Sorduğumuzda, 'Falan yerde arkadaşım var da, görmeye gitmiştim' veya 'Falanca köyün öğretmeni beni davet etmişti' gibi, hiç de aslı olmayan cevaplar veriyordu.

"Daha sonra köyde, yabancı gençler görünmeye başladı. Doğrusu bunları gözüm pek tutmamıştı. Çünkü kılıklarında bir insan kılığı yoktu.

"Bir başka gün, hanımı ortadan kayboldu. Kızın yakınları gelip sorduğunda:

Amcamdan mektup geldi, hanımı çok hastaymış da, ona bakması için oraya gönderdim' diye cevap vermiş.

"inanmamışlar tabii... Ama ne yapsın zavallıcık. Bir insanın öz hanımına zarar vereceği kimin aklına gelir?

"Yanına gelen giden çoğalmaya başlamıştı. Okulla da tamamen alakasını kesmişti. Kaç defa şikayet aklıma geldi. Ama sizin koruduğunuz, sizin evlendirdiğiniz, sahip çıktığınız bir öğ retmeni nasıl şikayet edeceksiniz? Bir kere iyi dedik, kötü diyemedik. "O sıralarda, köyün gençlerinde de bir hareket başlamış: Herkes tüfekle, tabancayla oynuyordu. Bazen geç vakitler silah sesleri duyuyorduk. Meğer ki hain adam, atış talimi ya pıyormuş.

"Son kaybolduğu gün Pazardı. Tam beş gün dönmedi. Merak ettik. Daha doğrusu açıkça şüphelendik. Sağa sola haber vermeye hazırlanıyorduk ki, gece geç saatlerde evimin kapısı çalındı.

"'Bir genç, çok telaşlı ve heyecan içinde bağırıyordu:

"'Muhtarın evi burası mı?" "'Burası' dedim. 'Ne yapacaksın?'" "'Lazım' dedi. 'Çok acele lazım'" "Yukarı aldırn. Oturası yoktu:

"'Köyünüzün öğretmeni trafik kazası geçirdi' dedi. 'Hem hanımı, hem de kendisi ağır yaralı. Hastaneye kaldırdılar. Benden rica etti: 'Git muhtarı gör, ne kadar parası varsa alıp yetişsin Yoksa başkasından bulsun' dedi. 'ikisinin de ameliyat olması gerekiyormuş. Doktorlar çok para istiyorlarmış.'"

"Ben, şaşkınlıktan duraklar gibi olunca ısrar etti:

"'Kaybedecek vaktimiz yok. ikisinin de canları tehlikede. Buraya kadar cammız ağzımızda araba teptik. Taksi aşağıda bekliyor. Acele edin de, yetişelim.'"

"Gencin gözleri yaşarmış, ağlamaklı ağlamaklı bakıyordu.

"O anda aklıma hiç mi hiç kötü bir şey gelmemişti. 'Olabilir

ya!' dedim. 'insanlık hali, hanımını alıp köye doğru gelirken kaza geçirmiş olabilirler."

"O günün (yani 1979 yılının) parasıyla cüzdanımda 100.000 li­ra vardı. Bu tam altmış besili koyunun parasıydı. Can tehlikesini duyunca, kızın dayısına koştum. Kızın annesi ve babası ol­madığı için dayısı büyütmüştü.

"Adamcağız çok telaşlandı. Onun da cebinde otuz bin lirası varmış, onu aldı. Ne olur, ne olmaz diye, cebine üç tane de büyük altın koydu. Alelacele taksiye atlayıp yola koyulduk. Köyden biraz uzaklaşınca, benim aklım karıncalanmaya başladı.

Çünkü gençleri hiç gözüm tutmamıştı. Şoför koltuğunda oturanı uzun saçlı ve bakımsız biriydi. Üstü başı darmadağınıktı. Bizi çağıran genç ise kıpkırmızı gözlü ve azgın suratlıydı. Hiç de kazaya üzülmüş bir halleri yoktu. "Gece vakti acelemden üzerime silahımı da almamıştım. Tabii, o dağ başında arabayı durdurup inmek de olmazdı. Doğrusu içime kötü bir korku oturmuştu."

Yol arkadaşımın anlattıkları, bir macera filmi gibi dehşet doluydu. Sonucun nereye uzanacağını, adeta nefesimi tutarak dinliyordum. Yaşlı adam anlatmaya devam etti:

"Taksi, ormanın içine girince ağırlaşmaya başladı" diye konuşmasını sürdürdü. "Duracağını hissederek sormuştum:

"Ne oldu evladım, bir arıza mı var?"

"'Her halde benzine su karışmış olmalı. Motor teklemeye başladı. Siz oturun da biz bakalım' dedi.

"Taksiyi durdurup önce kendisi, ardından da öbür kılıksız indi. O anda korkum daha da artarak içim cızz etti. Şöyle taksinin etrafına doğru yarım yamalak baktım ki, oooohh ellerine silahlar bir sürü anarşist. Doğrusunu söylemek gerekirse, parayı marayı unutmuştum. Can derdi, her şeyden önemliydi. He zavallı arkadaşım tir tir titriyordu.

"Namluları beynimize çevirip bizi aşağı indirdiler. Önce gözümüzü ve ellerimizi bir güzel bağladılar. Paraları ve altınları aldılar. Ne diyebilirsin? Tabancanın namlusu ensemizde duruyordu. Bir aksi hareket yapacak olsak, hiç acımadan bizi orada sererlerdi. Hain sürüleri... Bunlarda merhamet ve vicdan görülmüş mü?"

"içlerinden birisi:

"'Muhtar' dedi. 'Bugüne kadar köylünün sırtından kazandığın paraların keyfini çıkarıyordun. Birazını da bize vermekle kızmadın değil mi?' diye alayediyordu."

"Elhasıl, olan olmuştu hocam. Ama felaketin büyüğünden habersiz, sabahı bekledik. Canımızın kurtulduğuna şükrederken 'Keşke kurtulmasaydık da bu günleri görmeseydik' diye feryat edeceğimizi nereden bilecektik? Keşke daha işin başında beni öldürmüş olsalardı?".

Yol arkadaşımın yorgun gözlerindeki yaşlar tekrar oynaşmaya başlamıştı. Buruşmuş dudakları, hüzünlü, kıvrım kıvrım, içinden kaynayıp gelen hıçkırıklara mani olmak için cümle ve kelimeleri kesik kesik kullanmak zorunda kalıyordu. Elini yumruk yaparak:

"Hain herifler!" diye koltuğa vurdu. "Zalim uşakları, canavar sürüleri!"

Bir çocuk gibi içini çekerek yüreğini saran yakıcı ateşi bastırmaya çalıştı. Cebinden çıkardığı buruşuk mendiliyle önce göz­

yaşlarını, daha sonra da burnunu sildi.

"Eve gittik ki kıyamet kopuyor" diye bıraktığı yerden konuşmasına başladı. "Bizim çıkışımızdan sonra bir grup anarşist evi

basmışlar. Ev de köyün birazcık dışındaydı. Köylü duyana kadar olan olmuş. Silahlarını çekip, 'para' demişler, 'altın' demişler. Bulamayınca da tek evladım olan 17 yaşındaki.aslan gibi oğlumu ve 20 yıllık eşimi hunharca katletmişler. Kurşunlarla paramparça edilen vücutlarını bir kan gölü içinde gördüğümde, nasıl çıldırmadığıma hala hayret ediyorum. O azgın canavarlar, işledikleri cinayetlerden mutlaka gurur duyup kahramanlıklarını ilan etmişlerdir."

Anlattıklarını tasdik edip elini öpüyorum. İki saatlik beraberliğimiz burada noktalanıyor. Ama, bir meslektaşımın hainliği düşüncelerimi alt üst ediyor. Yol boyunca nefes nefese dinlediğim o ibretli hadiseyi, elimde olmadan zihnimde canlandırıyorum. Hem de defalarca. Ve her defasında o müthiş anı başımdan geçmiş gibi yaşayarak...

"Yakalandılar mı?" diye sordum.

"Ne çıkar evladım" dedi. "Yakalandılar, ama ölen geri gelir mi?"

"Ya öğretmeniniz ne oldu?"

"Onu da yakaladılar. Şimdi nerededir bilmiyorum. Zavallı

kızcağızın da hayatını mahvetti. Kızı ne yapmaya zorladıysa,

yavrucak dayanamayıp kendini asmış."

Kayseri otobüs terminaline inmiştik. Ben Hatay istikametine gidecektim. İhtiyarın yolu ise Mardin' e kadar uzanacaktı.

Ayrılırken elimi ciddiyetle sıkıp:

"Güle güle hocam" dedi. "Yüce Rabbim hayırlı hizmetler nasip etsin. Bu vatan sahip bekler. Yıkanlar çok, yapanlar az. Öyleyse yapanlar, geceyi gündüze katmalı ki, tahripler günü gününe tamir olsun. Bu iş çok fedakarlık ister ve para karşılığında da yapılmaz. Çünkü paradan daha önemli şeylerin olduğunu yaşadıkça göreceksin."

 

Date: 2015-10-18; view: 275; Нарушение авторских прав; Помощь в написании работы --> СЮДА...



mydocx.ru - 2015-2024 year. (0.006 sec.) Все материалы представленные на сайте исключительно с целью ознакомления читателями и не преследуют коммерческих целей или нарушение авторских прав - Пожаловаться на публикацию