Полезное:
Как сделать разговор полезным и приятным
Как сделать объемную звезду своими руками
Как сделать то, что делать не хочется?
Как сделать погремушку
Как сделать так чтобы женщины сами знакомились с вами
Как сделать идею коммерческой
Как сделать хорошую растяжку ног?
Как сделать наш разум здоровым?
Как сделать, чтобы люди обманывали меньше
Вопрос 4. Как сделать так, чтобы вас уважали и ценили?
Как сделать лучше себе и другим людям
Как сделать свидание интересным?
Категории:
АрхитектураАстрономияБиологияГеографияГеологияИнформатикаИскусствоИсторияКулинарияКультураМаркетингМатематикаМедицинаМенеджментОхрана трудаПравоПроизводствоПсихологияРелигияСоциологияСпортТехникаФизикаФилософияХимияЭкологияЭкономикаЭлектроника
|
Lk namaz ve itiraflar"Hocam" dedi, "ben de abdest alsam!" O anda bütün vücudumun titrediğini hissettim. Bütün gece boyunca konuşmama rağmen, o anda söyleyecek tek bir kelime dahi bulamıyor, ne gözlerime, ne de kulaklarıma inanamıyordum. Bu hadisenin bir rüya olmasından, uyanınca kaçıp gitmesinden korkuyordum. Onu abdest alacağı yere doğru götürürken, heyecan duygusunun insanı bu derece rahatsız bıraktığını ilk defa hissettim. Daha birkaç saat önce Allah'a inanmadığını ifade eden ve bunu da bir dava olarak savunan yarım asırlık bir mücadele sahibi, o Büyük Kudret'in önünde secdeye kapanıp af dilemek için abdest alıyordu. Hareketlerinden, bir çocuk gibi hıçkırarak ağlamamak için kendisini zor tuttuğu anlaşılıyordu. Bu ne ibretli bir tabloydu Allah'ım! Sanki imtihan perdesi yırtılmış ve hakikatler önümüze serilmişti. Pantolonunun paçalarını, gömleğinin ise kollarını sıvamış vaziyette abdest almak için bana doğru baktığında, hiç oralı olmamış gibi davranarak arkamı döndüm. Başka şeylerle meşgul oluyordum. Bu aziz misafirimiz, abdest almayı bilmediği halde, belki de bütün melekler tarafından alkışlanan bir hazırlık içindeydi. Gözlerim, küçük kaçamaklar halinde ona çevriliyordu. Önce musluğu açarak başına biraz su sürdü. Sonra, kollarını omuzlarına kadar ve ayaklarını da dizlerine doğru yıkadı. Kendisini o anda ikaz etmem, elbette yanlış bir hareket olacaktı. Namaza başlayınca, nasıl olsa doğruyu kendisi öğrenecekti. Ev sahibimizin arkasında namaza dururken, gözüm yine "o adamın üzerindeydi. Büyük bir tefekkürle dalıp gitmiş ve adeta kendinden geçmişti. Birden kulağıma doğru eğilip: "Ne namazı kılacağız?" diye sordu. "Sabah namazı." Vakit nasıl da geçmişti? On saate yakın süren sohbetimiz, hadisenin şevk ve heyecanıyla bizlere on dakika gibi kısa gelmişti. Sevincimizden kuşlar gibi uçasımız geliyordu. O gece, bizim için tarihi bir hadise vasfını taşıyordu. O hadise, ne bombalı bir saldırı, ne insan hayatına taarruz, ne toplulukları ve kahveleri tarama ve ne de, hükümet ve devlete karşı isyandı. O geceki hadise; imansızlık cereyanlarının, iman hakikatleri karşısında çöküşü ve bu hakikatleri, zamanımızın anlayışına göre en uygun şekilde izah ve isbat eden ve Kur'an'ın günümüzdeki en mükemmel bir tefsiri durumunda bulunan Risale-i Nur'un bir zaferiydi. Evet, asrımızın tefsiri olan bu eser, sanki küfür cephesini temsilen karşımıza dikilen "o adam"ı asırlık bir çınar gibi yıkmış ve kendi iç dünyası ile hesaplaşmaya itmişti. Misafirimizin gözlerinde oynaşan pırıl pırıl bakışlarda, bu başkalaşmanın, değişmenin ve "yeniden doğma"nın izlerini görmek mümkündü. Ezanları hep beraber dinledikten sonra ev sahibimiz: "Beyefendi" dedi, "sizi çok yorduk, kusura bakmayın. Yatağınız, içeride hazır, buyurun istirahat edin. Biz de namazlarımızıkılıp yatarız. Ben sizi kahvaltıya kaldırırım." Misafirimiz bu nazik teklifi hiç duymamış gibiydi. Arkadaşımh birlikte abdest hazırlığı yaparken, sessizce yanıma yaklaşarak: "Öyle ya" dedi. "Sabahleyin, sabah namazı kılınır. Ne kadar da dalmışım." "Peki, kaç defa yatıp kalkacağız?" Arkadaşımız: "Kaç rekat?" demek istiyordu. Ve birlikte, huzur-u ilahide el bağladık. Aaah o an! Aaah o namaz! Neydi o haz ve lezzet Allah'ım? Sanki madde aleminden çıkmış ve sadece huzur ve hazzın yaşandığı manevi alemlere girmiştik. Bu aziz misafirimizle birlikte ben de bütün aleme doğru haykırmak istiyordum: "Ya Rabbi, Senin azametin ve kudretin ne kadar büyük? Senin şanın, ne kadar yüce ve yakıcı?’ "ilahi, bu lütfuıi ve bu ikramın karşısında dilim bağlandığı için, şükrümü ifade edecek bir kelime bulamıyorum. Sen ne büyüksün ki, yarım asır boyunca eğilmeyen mağrur başlar, Sana secde ediyor? Rakip tanımayan gurur dolu 'benlik'ler, sana iltica ediyor, Adına, şanına, dinine karşı inkarcılığı 'hak' dava edenler, en ufak bir hakikat karşısında pişman oluyor, Allah diyor." "Sen ne büyüksün Allah'ım!" "O adam," daha sonra gönderdiği mektubunda, birlikte kıldığımız namazı şöyle anlatıyordu: "Bu, hayatımda kıldığım ilk namazdı. Ya Rab! Ne büyük lezzet, ne büyük hazdı o? Namaz boyunca sessiz sedasız ağlamıştım. Risale-i Nur, elini kalbime uzatarak kir ve küfür namına ne varsa hepsini söküp atmıştı. Şimdi içimde çarpan, yıktıklarımı yapabilme endişesiydi." Namazı bitirmiş kalkıyorduk. "Allah kabul etsin" diyerek elimi kendisine doğru uzattığımda, kollarını boynuma dolayarak ağlamaya başladı. Bir çocuk gibi hıçkırıyordu. Dayanmak ne mümkün! "Ya Rabbim diyordu, Sana nasıl şükredeyim? Bunu bile bilemiyorum. Bana hesapsız ikramlar, nimetler, bitmez tükenmez hazineler verdin. Hem de Sana isyan etmiş olduğum halde. Zaten Senin büyüklüğün de burada değil mi?" Kendisine hiçbir şey söylemiyorduk. Kendinden geçmiş vaziyette: "Allah'ım! Ne olurdu yeniden dünyaya gelmiş olsaydım" diye tekrarlayıp duruyordu. "Bu hakikatları bilerek bir dakika yaşamayı, onlardan habersiz binlerce yıl yaşamaya tercih edeceğimi öğrendim, ama bir ayağıın kabre girdikten sonra... Bundan sonraki af dileklerim ve gözyaşlarım, bir şeyi değiştirir mi bilmiyorum? Ama, şunu bütün kalbimle ifade ediyorum ki, yıktıklarımı yapabilmek için, her gün bir can vermeye razıyım." Misafirimizin gözyaşlarına karışmış yalvarışları dinmek bilmiyordu. Teselli bulup oturduğu zaman, gözleri kan çanağına dönmüştü. Göğüs kafesi ise, körük gibi inip kalkmaktaydı. Sabah kahvaltısından sonra, biraz olsun kendine gelebildi. O ana kadar kendisi hakkında en ufak bir bilgimiz olmayan misafirimizi, artık daha yakından tanımak istiyorduk: Kimdi? Nereliydi? Ne yapmaktaydı? Nerede oturuyordu? Böylesine inanmış bir dava adamının hayat hikayesi, elbette dinleml'ye değerdi. Fakat o, bütün ısrarımıza rağmen, kendisi hakkında ayrıntılı bilgi vermekten kaçındı. "Bırakın Allah aşkına," diyordu. "Tahrip, inkar ve küfür dolu bir hayatın nesini dinlemek istiyorsunuz? Benim hayatımda kapkara bir geçmişten başka bir şey yok ki..." "Öyle bir geçmiş ki, bu geçmişte masum ve günahsız vatan evlatlarının çığlıkları duyulur. Yıkılan ocakların enkazları yatar. Dökülen kanların lekeleri görülür. isyanların ve saldırıların izleri yer alır. Ve bu geçmişte, devletimizin yıkılması için haincesine planlar, metotlar, arzu ve emeller göze çarpar. "Bunları mı dinlemek istiyorsunuz?" "Şimdilik o kapıyı açmayın ve bana, böylesine kara bir ömrü birkaç saatte aydınlatabilen Risale-i Nur gibi bir eserden ve bu asra damgasını vuran Bediüzzaman' dan bahsedin. Küfür ve tahrip dolu kafaları, gönülleri aydınlatan bu Nurun metotlarını, gayesini, çalışma. şeklini... Ülkemizdeki ve dünyadaki yankıları.. İslam alimlerinin bu konudaki görüşlerini... Adli mercilerin bakış tarzını ve bu konuda kazanılan zaferleri... Kısaca, bu hizmet adına her şeyi anlatın bana. "Şu anda bundan başka bir şey duymak ve dinlemek istemiyorum.’ Kısa paragraflarla anlatmaya çalışıyoruz. Büyük bir iştiyak ve zevkle dinledikten sonra başını sallayarak: "Evet" diyor, "Nesilleri bu şekilde kurtarmak isteyen bir hizmet şekli bizim en büyük düşmanımızdı" Bu samimi itirafın üzerine, hayretle soruyorum: "Niçin en büyük düşmanınız Nur hizmeti ve Bediüzzaman Said Nursi'ydi? Halbuki komünizme savaş açmış birçok teşkilat ve dernek var. Bunlar her fırsatta 'Komünizmi biz durduruyoruz. Eğer bizler olmasaydık, bu vatana bolşevikler girerdi' gibi iddialarda bulunuyorlar. Ve bir kısmı da silahla, size karşı mücadele ediyorlar. Halbuki Nur talebeleri, hiçbir şekilde kaba kuvvete başvurmuyorlar." Biraz önce simasına yayılan tebessüm, bir anda siliniyor ve yeniden ciddileşerek: "Hocam," diyor, tok sesiyle, "bana çok önemli bir soru sordunuz. Bunun cevabını kalbimde tam olarak hissetmeme rağmen, açık şekilde izah ediyorum. Yani Nur hizmeti hakkında bilgim yok demek istemiyorum. Ama şu eserleri bir defa okuyabilsem. eminim o zaman daha detaylı cevaplar verebilirim. "Şuandahemensöyleyeyim: "Komünizm bir ülkeye girmek is teyince, bazı taktikler kullanınır. Bunlar, fakirliği ve yoksulluğu istismar etmek, ekonomik politikaları beğenmemek ve daha iyi bir hayat vaad etmektir. Bu arada işçilerin sömürüldüğü iddia edilir... Zenginler, çok kötü ve mutlak surette sömürücü gibi gösterilirler. Gençler, inkar ve şehvet yoluyla aldatılmaya çalışılır. "Bütün bunlara tepki olarak da başta işçi, talebe ve yoksul vatandaşlar sokağa çekilir. Mevcut hükümet zor duruma sokularak bir karışıklık ve isyan hareketine zemin hazırlanır. İşte bu noktada istenilen kıvam elde edilmiş olur. "Komünizm hareketine kaba kuvvetle karşı koymak isteyen gruplar, aslında komünizm hareketini durduramadıkları gibi, bilakis, karışıklık, saldırı, öldürme ve isyan gibi hareketlerle onu daha çok körüklemiş olurlar. Bu, zaten komünizmin istediği bir metottur. Çünkü bu hareketi yalnız komünizm taraftarı olanlar yapsalar, orduyu ve bütün vatandaşları karşılanna alıp çabuk ezilirler. Fakat bu harekete, 'Komünizmle mücadele ediyoruz' diyenler de karışırsa, hem ordu, hem de vatandaş ikiye bölünür. Biri bir tarafı, diğeri de öbür tarafı tutar. Tıpkı şimdi olduğu gibi... Kimin suçlu, kimin suçsuz olduğu bilinemez. Çünkü ikisi de adam öldürmekte ve karışıklık çıkarmaktadır. Kanun birisini haklı, birisini haksız göremez. "Bundan dolayı, silaha sarılana karşı mücadeleyi, güvenlik güçleri yapmalıdır. Vatandaşın vazifesi, güvenlik güçlerine manen destek olmaktır. Yoksa 'Biz, komünizme karşı savaşıyoruz' demek, komünizmin istediği karışıklığı ve devlet otoritesinin zayıflamasını hızlandırır. Bu da komünizmin en çok istediği bir durumdur. "Şimdi, asıl sorunuza dönelim: "Komünizmin esas malzemesi olan gençler, inkar, şehvet, başıboşluk ve maddi vaadlerle komünizme çekilir ve paravan olarak kullanılır. "İşte Nur hizmeti, komünizm cereyanını yürüten gençlerle sessiz bir mücadeleye girmiştir. Kaba kuvvet kullanılmadığı için bu mücadele hiç göze çarpmaz. Bu hizmetin olağanüstü metoduyla akıl ve kalpler feth edilir. Şüphe ve inkar kirleri temizlenir. Materyalist fikirler, ilmi ve akli delillerle yıkılarak yok edilir. Neticede o fikri taşıyan gençler tek tek kurtarılarak haki-._ kat yoluna sevkedilir. "Şu sohbetlerimizde gördüm ki, Risale-i Nur, örneği bir daha gösterilemeyecek mükemmellikte bir tefsirdir. Sanki Bediüzzaman, bu asrın ihtiyaçlarını, insanların kalp ve akıllarındaki şüpheleri görerek ve bilerek Kur'an'ı tefsir etmiştir. Açıkça söyleyeyim ki, aklı, mantığı ve biraz da insafı olan birisi, bu eserlerdeki hakikatlere itiraz edemez. Bu yüzden komünizmle mücadele etmek isteyen bir devlet, Nur hizmetini mutlaka destekleyip okullara koymalıdır. Gençleri, şehvetten, başıboşluktan ve mesuliyetsizlikten kurtarmak için bundan başka çare yoktur." O konuşurken yine araya giriyorum: "Komünizm, bütün gayretlerine rağmen neden Türkiye' de muvaffak olamadı?" Hafifçe gülümseyerek: "Komünizmin, bu kadar müsait bir zemine rağmen neden hala ülkemize giremeyişinin en güzel örneği ben değil miyim?’ dedi. "Elli koca yılımı bu dava uğruna harcamışım. Hayatımı kaç defa bu ideoloji uğruna tehlikeye atmışım. Bu uğurda çektiğim sıkıntıları anlatsam kütüphaneler dolusu kitap olur. Ama birkaç saatlik küçük bir sohbet sonunda dünyalarım, fikrim, inancım ve felsefem yıkılıyor. Tövbe ediyorum ve secdeye kapanıyorum. Bence bu, asrın olayıdır. Bu hakikat yalnızca ülkemize değil, bütün dünyaya anlatılmalıdır. Böyle olunca da, komünizm bu sağlam engeli aşamayacaktır." Söz, tekrar kendi özel hayatına gelince: "Bana Salih Gökkaya derler" diyor. "Yani ben bu isimle tanınırım. Çevrem beni böyle bilir." "Asıl adın iZ ne öyleyse?" diye soruyorum. Yine tebessüm ederek: "Şimdilik bu kadarını bilin yeter" diyor. "Hem artık dostuz. Bundan da öte kardeşiz. İleride çok görüşüp, konuşacağız. Benim hakkımda en ufak ayrıntıyı bile öğreneceksiniz. Ama şu anda bazı şeyleri gizli tutmamı hoşgörünüz." Kendi davasının ileri saflarındaki bir lider olan Salih Beyin bu dönüşü İle ilgili olarak özel tedbirlere başvurmasını, özellikle can emniyeti açısından akla yatkın buluyor ve ısrar etmeyerek konuyu değiştiriyoruz. "Şu anda, Türkiye' deki Marksistlerin gerçek gücü nedir?" diye soruyorum. Şöyle cevap veriyor: "1. Yüzde altmışı, şöhret ve şehvet düşkünüdür. "2. Yüzde otuzu, makam ve para düşkünüdür. "3. Yüzde beşi, kendi özel hesaplaşmasını bu yolla gerçekleştirmek için uğraşır. "4. Yüzde beşi ise, hayal ettikleri dünyaya kavuşmak için, hiç bir ücret beklemeden çırpınıp durur. "Görüldüğü gibi, Ülkemizdeki komünizmin gerçek gücü, yüzde beş kadardır. Ve gerçek dava adamı yok denecek kadar azdır." Sohbetin başından beri sormak istediğim soruyu soruyorum: "Sizin bu dava içindeki fonksiyonunuz neydi acaba?" Gülüyor yeniden: "Yine mi özel hayatım?" diyor. "Peki, özet olarak anlatmaya çalışayım: "Her şeyimi bu ideolojiye adamıştım: Gördüğüm eksiklik ve noksanlığın bu şekilde giderileceğini ve aradığım hayale de bu yolla kavuşabileceğimi sanıyordum. Bu felsefe, benliğime ve ruhuma işlemişti. En değerli yıllarımı, bu fikrin ve bu felsefenin tahsili için harcadım.. Komünizm adına her şeyi ezberlemiştim adeta... "İyi doldurulmuştum. İyi dolmuştum. Bu benim için hayatın parçası değil, hayatın kendisiydi. Çabuk sivrildim ve genç yaşta çok önemli yerlere geldim. "Davama hizmet etmek için İngilizce, Fransızca, Rusça ve yarım yamalak da Arapça öğrendim. Defalarca işten atıldım. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok olmak üzere, sabahlara kadar karakollarda dayak yedim, hapislere ve mecburi iskana tabi tutuldum. "Bütün bunlara rağmen hiçbir zaman Ücret, karşılık beklemedim. Ama benimle beraber bu yola çıkanlar, göz kamaştırıcı makamlar elde ettiler. Meşhur oldular. Birçoğunu bu sayede dünya tanıdı. Hatta bu perde altında birçoğu da milyarlar vurdu. Ben ise, bunların hiçbirisini düşünmedim. Teklif mi edilmedi? Hayır. İnanın ki, onların hepsini avucuma alacak güçteyim. Ama kalbimdeki samimiyet ve karşılıksız hizmet anlayışı buna müsaade etmedi. "Bilirsiniz ki, kimse geri hizmetlerde çalışmak istemez. Ön saflara geçmek daha güzeldir. Fakat ben, her nedense bu işin bensiz yürüyemeyeceğini düşünerek, hep arka safları organize etmeye çalıştım. "Epeyce yurtdışı seyahatlerim oldu. Dünyanın sayılı Marksist liderleriyle görüştüm. Birçok noktalarda, onlarla münakaşa edebilecek kadar kendimi yetişmiş bir eleman olarak görüyordum. öyle de oldu. "Enver Hoca, Mareşal Tito, Milavon Dijilas, Fidel Kastro ve Abdünnasır gibi isimlerin yanında birçok Çin ve Rus Marksistle görüştüm. Onların hayatlarını gördükçe, hayal kırıklığına uğruyor, fakat yine de, 'Bunlar tam olarak 'Marksizmi anlayamamışlar, iyice kavrarlarsa, bu aksaklıkları giderirler' diyerek teselli buluyordum. "Şimdi o dünyayı, bir sis içinde hayal meyal görüyor ve unutmak istiyorum." Salih Beye son sorumu soruyorum: "Siz, komünizmin çarpıklığına ve keyfi uygulamalarına defalarca şahit olmanıza rağmen, neden elli yıl boyunca onu savunmaya devam ettiniz?" Bu soruya da özenle cevap vermeye çalışarak: "İnsan bir şeye inandı mı, onun hatasını kolay kolay kabul edemez," diyor. "Bir ömür boyu süren emek var. Onca gayret, onca fedakarlık. Görülen aksaklıkların düzeltileceği fikri de sık sık işleniyor. Bir hata olsa, 'onu aldatılmış burjuva kalıntıları yapmıştır' denerek işin içinden çıkılıyor. "Öte yandan ufak tefek zayiatlar, dünya ihtilali için hoş görülüyor. Birkaç devletin veya sayısı binlerce de olsa insanların bu uğurda önemi olmuyor. "Elde, başka alternatif olmadığı için kıyaslama imkanı da bulamıyorsunuz. Ama şuna bütün kalbimle inanıyorum ki, teknoloji ve ilmin bu kadar hızla ilerlediği bir dünyada komünizm fazla dayanamaz. Ömrü çok azdır." Salih Beyin on yıl önce söylediği bu sözlerin ne kadar isabetli olduğunu zaman gösterdi. 1989 yılı sonuna doğru komünist ülkeler, kendi halkı ve kendi insanı tarafından bir bir yıkıldı, komünist partiler kaldırıldı ve hür seçimlere gidildi. Bu asrı kana bulayan bu korkunç yönetim tarzı, inşaallah tarihe karışmak üzere... Konuşacağımız çok şey vardı. Ama otobüsümüzün kalkma saati yaklaşmıştı. Büyük bir muhabbet, heyecan ve gözyaşları arasında vedalaştık. Kendisine adresimizi verdik ve mektuplarını beklediğimizi ifade ettik. Fakat bu aziz insanı, ilk ve son defa gördüğümüzün farkında değildik. Gerçek ismini bile bilmediğimiz bu dostumuz vasıtasıyla Risale-i Nur'un asrımız_ hükmeden eşsiz hakikatlerinin kıymetini bir defa daha anlamıştık. Daha sonra onu soruşturduğumuzda, kendisini aynı adla bilen birçok insana rastladık. "Asrın mektubu" Hadiseden tam yedi ay sonra, Ankara-Maltepe'den postaneye atılmış olan bir mektubunu aldım. Bu, mektuptan ziyade bir nottu: "Şu anda Risale-i Nur Külliyatznı aldım" diyordu. "Onu okuyup derin derin tefekkÜr etmekten başka bir şey yapmıyorum, düşünemiyorum." Ve bana, İzmir-Alsancak'da bir posta kutusu numarası veriyordu. Hemen kağıda ve kaleme sarılarak yazdım, yazdım. BÜtün özlemimi, heyecanımı ve hasretimi döktüm. Ama aradan aylar geçtiği halde bir cevap alamıyordum. Bu arada Üst üste mektuplar göndermekteydim. Bütün Ümidimi kestiğim bir anda, yani tam Üç yıl sonra mektubu ulaştı elime... O gün bayram etmiştim. Asrımızın hastalığını teşhis eden ve tedavi yollarını gösteren mektup "Asrın Mektubu" vasfını taşıyordu. Uzun ve çok ibretli olan bu mektubu, defalarca okudum ve ağladım. Salih Bey, şöyle diyordu bu mektubunda: "Pek değerli, muhterem kardeşim, "İki yıl önce geçirdiğim ağır felç dolayısıyla, mektuplarının cevabını geciktirmek zorunda kaldım. Mektubunda, iman hakikatlarıyla nasıl müşerref olduğumu soruyor, geçmiş hayatımın rengi ve karakteri hakkında malumat istiyorsun. Benim Nur'larla nasıl müşerref olduğuma sen şahit olduğun için, buna gerek yok sanırım. Fakat, Kur' an hakikatlarını asra anlatan Ri sale-i Nur'un küfür ve isyan dolu kalplerde meydana getirdiği inanılmaz tebeddüUltı ve bütün insanlığa tek çıkar yololarak sunulan komünizm fikriyatının param parça yıkılışını anlatabilmek için, hayatımı kaba çizgilerle anlatmaya çalışacağım; ibretle dinleyin:. "Babam, seferberlik kıtlığını ve perişanlığını ağır bir şekilde çekmiş fakir bir köylü parçasıydı. Kazandığıyla hiçbir zama_ karnını doyuramadı ve el içine çıkıp da 'ben de bir insanım' diyemedi. O yokluk içinde, önce annemi, sonra benden büyük dört kardeşimi kaybettim. Babam ise beni aç bırakmamak için, kış günü balık tutmaya gittiği ırmağın sularına kapıldı, bir kefene bile sahip olamadan göçüp gitti. O zaman beş yaşındaydım ve hayatta yapayalnız kalmıştım. 'Gel yavrum' diyerek beni bağrına basacak, gözyaşlarımı silecek ve sıcak bir şefkat gösterecek kiınseciklerim yoktu. "Tahammül edilmez şartlar içerisinde sokak ortasına terk edilmiştim. Sadakalarla karnımı doyuruyor, çok zaman da aç olarak sabahlıyordum. Ayakkabısız kalan ayaklarımın derisine, bırak diken, çivi bile geçmez olmuştu. Bu derin ıztırap, bende başıboşluk, isyan ve hırçınlık gibi hisler uyandırmıştı. Daha 10 yaşındayken merhamet ve vicdan gibi duyguları yitirir olmuştum. Bu duygular içinde yatılı okula girdim. Etrafımı saran talebe ve öğretmenler, tam bir sefalet istismarcısıydılar. Her fırsatta kurtuluşun komünizmde olduğunu telkin ediyorlardı. Tam benim derdimin diliyle konuşan bu insanlara bütün kalbimi vermiştim. Hocalarımız elle tutulmayan, gözle görülmeyen, sesi duyulmayan hiçbir şeye inanmamamızı isterler di. Bu suretle iman esasları, bize tek tek inkar ettirilmişti. Öyle ki (haşa) Allah'la, melaike ve kaderle herkes alayediyordu. "Ben ise, çalışkan ve zeki olduğum için fazlaca işlenmiş, mutlak bir inkar içerisinde, örnek komünist olarak gösteriliyordum. Öyle ki, Marksist felsefeyi, büyük komünist klasikleri harf harf ezberlemiştim. Bu yüzden bana herkes 'Lenin' derdi. Bu yola sür'atle tırmanarak önce okul, sonra semt, arkasından da bölge sorumlusu olmuştum. Artık bütün yollar bana açılmış, olayların planlandığı, organize edildiği noktaya gelmiştim. Önemli bir asayiş görevlisi olarak hayata atıldım. Emeklilik günüme kadar bu hizmeti bıkmadan, usanmadan büyük bir iştahla yürütüyordum. "Kendi davama bizzat ben, milyonlarla ifade edilebilecek yardımlar sağlamıştım. Koltuğuna oturduğum öyle bir mevkiim vardı ki, bütün dünya komünistleriyle selamlaşabiliyorduk Devletin zaafa düşmesini dört gözle bekledik Hem de devleti koruyan bir insan sıfatıyla... Binlerce genci imanından ettik Nihayet yakayı ele vererek az bir cezayla kurtulduk Ama bunu bir şeref saydık, hislerimiz sönmedi, aksine iştahımız kabardı. Bütün zerratımız, gücümüz ve kuvvetimiz, komünizm uğruna seferber olmuştu. Uykuları bile unutmuştukFakat kısmete bakın ki, bütün hayatımı uğruna harcayarak komünizm dünyasında aradığım hakikatı bir seyahat esnasında bulacaktım:
|