Ïîëåçíîå:
Êàê ñäåëàòü ðàçãîâîð ïîëåçíûì è ïðèÿòíûì
Êàê ñäåëàòü îáúåìíóþ çâåçäó ñâîèìè ðóêàìè
Êàê ñäåëàòü òî, ÷òî äåëàòü íå õî÷åòñÿ?
Êàê ñäåëàòü ïîãðåìóøêó
Êàê ñäåëàòü òàê ÷òîáû æåíùèíû ñàìè çíàêîìèëèñü ñ âàìè
Êàê ñäåëàòü èäåþ êîììåð÷åñêîé
Êàê ñäåëàòü õîðîøóþ ðàñòÿæêó íîã?
Êàê ñäåëàòü íàø ðàçóì çäîðîâûì?
Êàê ñäåëàòü, ÷òîáû ëþäè îáìàíûâàëè ìåíüøå
Âîïðîñ 4. Êàê ñäåëàòü òàê, ÷òîáû âàñ óâàæàëè è öåíèëè?
Êàê ñäåëàòü ëó÷øå ñåáå è äðóãèì ëþäÿì
Êàê ñäåëàòü ñâèäàíèå èíòåðåñíûì?
Êàòåãîðèè:
ÀðõèòåêòóðàÀñòðîíîìèÿÁèîëîãèÿÃåîãðàôèÿÃåîëîãèÿÈíôîðìàòèêàÈñêóññòâîÈñòîðèÿÊóëèíàðèÿÊóëüòóðàÌàðêåòèíãÌàòåìàòèêàÌåäèöèíàÌåíåäæìåíòÎõðàíà òðóäàÏðàâîÏðîèçâîäñòâîÏñèõîëîãèÿÐåëèãèÿÑîöèîëîãèÿÑïîðòÒåõíèêàÔèçèêàÔèëîñîôèÿÕèìèÿÝêîëîãèÿÝêîíîìèêàÝëåêòðîíèêà
|
Bu kainat kimin eseri?Üç yolun imkansız olduklarını kafi isbat edersek, mevcudat) dördüncü yololan Allah'ın kudretiyle yaratıldığı kesin olarak ortaya konmuş olur." Sıralamayı dikkatle takip eden muhatabımızın gözleri bir anda parladı: "Çok güzel bir giriş ve çok mantıklı bir sıralama" dedi. "Gerçekten, ilk üç yolun icad edemeyeceği isbat edilirse mesele yok." Tekrar ediyoruz. Tanzim şekli çok hoşuna gidiyor. "Birinci yol (Birinci iddia): Esbab-ı alemin içtimaiyle, teşkil. eşya ve vücut-u mahhlkattır. (Yani, sebeplerin toplanması v bir araya gelmesiyle, eşyanın teşkilolması ve mahlukatın vücut bulmasıdır.)
. Sohbetimizin ağırlık noktasının tevhid (Allah'ın birliği) olacağını biliyorduk. Bunun için, o sahada emsalsiz bir kitap olan Tabiat Risalesi'ni açarak okumaya başladık. Kitap, güzel bir giriş yaparak, kainatın yaratılması konusun da ileri sürülen dört görüşü sıralıyordu: "Birincisi: Kainatı sebepler icat ediyor. "İkincisi: Kainat kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, biti yor. "Üçüncüsü: Tabiidir, yani tabiat yapıyor. "Dördüncüsü: Bir Kadir-i Zülcelal'in (Allah'ın) kudretiyle icad ediliyor." "Evet, madem mevcudat var ve inkar edilemez. Hem, her icad edilen şey sanatlı ve hikmetli olarak vücuda geliyor. Her halde bu mevcudu veya bu hayvanı, ya diyeceksin ki; "1. Sebepler onu icad ediyor, sebeplerin toplanmasıyla o mevcut vücut buluyor. "2. Veyahut o hayvan, kendi kendine teşekkül ediyor. "3. Veyahut, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor. "4. Veyahut, Bir Kadir-i Zülcelal'in (Allah'ın) kudretiyle icad ediliyor." "Madem aklen bu dört yoldan başka bir yol yoktur. Evvelki
Cevap: "Misal: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerı, dolu, yüz er kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden (şişelerdeki ilaçlardan) zihayat (canlı) bir macun (ilaç) istendi. Hem hayattar harika bir tiryak (panzehir) onlardan yapmak icabetti Geldik o eczanede o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çok lukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tetkik ettik Görüyoruz ki; o kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizanmahsus ile, (husus! bir tartı ile) bir iki dirhem bundan, üç dör' dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif (çeşitli) miktarlarda eczalar (maddeler) alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun, zihayat olmaz; hasiyetini (özelliğini) göstermez. O kavanozlar elliden ziyade iken, her birisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı miktarlarda eczalar alınmış. "Acaba hiçbir cilwtte imkan ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birinden alıınan miktar kadar; yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl bir şey var mı?" "İşte bu misal gibi, her bir zihayat (canlı), elbette zihayat bir macundur, her bir nebat (bitki), hayattar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba (sebeplere), anasıra (unsurlara) isnat edilse ve 'Esbab icad etti' denilsej aynen eczahanedeki macu nun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır." Misalin daha iyi anlaşılması için, mevzuyu baştan bir daha okuduk. Osmanlıca kelimeleri çok iyi anladığı için, misali rahat kavrıyordu: "Eczahanedeki, ilaçların, çeşitli ve ölçülü miktarlarda bir eczacı tarafından yapılması gibi..." diye tekrar etti. Tebessümle tasdik ettik: "Evet, onun gibi... Herkesçe kullanılan bir ağrı kesici veya bir vitamin hapını düşünelim. Belirli maddelerden, belirli ve hassas ölçülerle yapılmış. Eğer o maddelerden yeteri kadar alınacak yerde, az veya çok katılsa, meydana çıkacak ilaç şifa vermeyecek ve ilaç özelliğini göstermeyecektir. Hal böyleyken, bir ilacın yapılabilmesi için, onu teşekkül ettirecek olan maddelerin, şişelerin devrilmesiyle akıp, toplanarak ilacı meydana getirmeleri mümkün mü?" Misafirimiz de tebessüm etti: "Tabii ki değil" dedi. "Bunu iddia eden insanın, ilmi ve mantığı bir tarafa koymasılazımdır." Devam ettik: "Kainatta, insanın emrine verilen ve onun istifadesi için yaratılan milyonlarca unsurdan bir tanesini ele alalım ve onun yaratılış hikmetlerini ve tanzim harikalarını düşünelim. Mesela bir elmayı ele alalım: "Son derece tatlı görünüşüyle insanın yeme iştahını celbeden 'bir elmanın içindeki vitamin, insanın bir günlük ihtiyacı kadardır.' (İnsan ve Hayat, Dr. H. Nurbaki) İnsanın mahiyetini bilen bir kudret sahibi, elmayı bu şekilde programlamıştır. "Elmaya, sahip olduğu C vitaminini çürütmemek için artı iki demir konulmuştur. Eğer bu demir olmasa, C vitamini bir müddet sonra bozulacaktır.
"Öte yandan, C vitaminini muhafaza etmek için elmanın ihtiva ettiği bol miktardaki meyve asidi, midede asidi arttırıcı, yani mideyi rahatsız edici tesir yapmaktadır. Bunun için elmaya, karbonat iyonu da konulmuştur. Bir elma yediğiniz zaman geğirirsiniz. Bunun sebebi, elmanın içerisinde bulunan karbon iyonudur. O Kudret Sahibi, elmayı bizim soframıza hazır hale getirmiştir. İnsanı bilmeyen, tanımayan, onun arzu ve isteklerinden haberi olmayan cansız, şuursuz maddeler (sebepler), böylesine mükemmel ve harika bir meyveyi nasıl vücuda getirebilir?" Elimizdeki Tabiat Risalesi'nden, mahllikatın akılsız ve şuursuz sebepler tarafından icad edilmesinin mümkün olmadığını gösteren iki misalokuduğumuzda, misafirimizin: "Bu kadar kafi" der gibilerinden başını salladığını gördük. Bundan sonra kainatın, bitkilerin veya insana kadar varabilen diğer canlıların kendi kendine teşekkül edebileceği konusundaki iddiaların mümkün olmadığını gösteren kısmı okumaya başladık. Tabiat Risalesi'ndeki bu bölümde, şöyle deniyordu: "İkinci yol (İkinci iddia): (Şu kainat) kendi kendine teşekkül ediyor, şeklindedir. Bu yolun da imkansız olduğunu gösteren misallerden biri şudur: "Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve manevi letaifden kat-ı nazar, yalnız cesedindeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i muvazene ve intizam ile baş başa verip, harika bir bina, fevkalade bir san' at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu' alemin ustasının emrine tabi birer memur olmasalar; o vakit her bir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hakim-i mutlak.. hem her birisine mahkum-u mutlak.. hem her birisine misil... hem hakimiyet noktasında zıd... hem yalnız Vacib'ül-Vücuda mahsus olan ekser sıfatın masdarı, menbal... hem gayet mukayyed... hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber sırr-ı vahdetle yalnız bir Vahid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vahidi, o hadsiz zerrata isnat etmek; zerre kaqar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derkeder." Misali okuduktan sonra cümle cümle tahlil etmeye başladık: "Yukarıdaki satırlar, insan vücudunun akıllı insanlar eliyle yapılan kubbeli bir saraydan daha muhteşem olduğunu, çünkü o vücuttaki zerrelerin bir taraftan ölüp, diğer taraftan tekrar yerlerine konarak tazelendiğini ifade ediyordu. Üstelik devamlı olarak tazelenen o zerreler, çok hassas bir ölçü dahilinde baş başa vererek göz ve dil gibi mucizeleri meydana getiriyordu. Bu arada yaptıkları eserlerin mutlaka bir planı, programı bulunması gerektiğinden, o planlara uymak için birbirlerine emir verecekler ve bu arada kendileri de emir altında çalışacaklardı. Kısacası eğer bu harika işleri zerreler beceriyorsa, her bir zerrede sadece Allah' a mahsus bir ilmin, irade ve kudretin bulunduğunu kabul etmek gerekiyordu. Tam manasıyla kusursuz olduğu bilinen eserlerin, tam manasıyla şuursuz olduğu görülen zerreler tarafından yapıldığını iddia etmek elbette akıl sahiplerinin işi değil" Birkaç defa ele aldığımız bu misal, konuya açıklık getirmişti. Buna rağmen izin isteyip aynı konudaki ikinci ve üçüncü misalleri de okuduk. Ayrıca hücrelerin yapısına değinmiş, hücre çekirdeklerine, kron;ıozomlara ve DNA adı verilen ilahi bilgisayar programlarına kadar inerek, onlardaki harika nizamın kendilerine ait olamayacağını göstermeye çalıştık. Bir ara arkadaşım devreye girerek: "İlmi, neden kuru bir ilim adına okuturlar anlamıyorum" dedi. "ilmi alimiyle, sanatı da sanatkarıyla okutmaları lazım ki, insan kendini daha iyi anlasın ve yaratılışındaki hikmetleri öğrenebilsin. Yoksa insan, insana, etiyle kemiğiyle ve maddesiyle değer verecektir." Muhatabımız: "Evet" dedi. "Bu söylediklerinizde hakikat payı vardır." Mevzumuza konu olan son şıkka devam ettik: "Üçüncü yol (üçüncü iddia): (Kainatı) tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor." Tabiat Risa/esi'nde bu mevzuya açıklık getirmek için de üç misal verilmişti. Bunlardan biri şöyleydi: "Gayet vahşi bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumi, beraber talimlerini görür. Bir neferin hareketleriyle; bir tabur; bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider. Bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bu kumandanın, devletin nizamiyle ve kanun-u padişahi ile kumandasını anlamayıp inkar ettiğinde, o askerlerin ipI er ile birbirlerine bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayali ip, ne kadar harika bir ip olduğunu düşünür; hayrette kalır. Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muntazam bir camiye, Cuma gününde dahil olur O camaat-i Müsliminin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Manevi ve semavi kanunların mecmuundan ibaret olan Şeriatı ve Şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevi düsturları anlamadığından, o cemaatin maddi iplerle bağlandığınıve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyÜl ederek, en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider. "İşte aynı bu misal gibi: Sultan-ı Ezel ve Ebedin (Cenab-ı Hakkın), hadsiz cÜnudunun (askerinin) muhteşem bir mescidi olan şu kainata, mahz-ı vahşet (tam vahşet) olan inkarlı fikr-i tabiatı (tabiatçılık fikrini) taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelinin hikmetinden gelen nizamat-ı kainatın manevi kanunlamu, birer maddi tasavvur ederek ve Saltanat-ı Rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelinin Şeriat-ı Fıtriye-i KÜbrasının manevi ve yalnız mevcud-u ilrnisi bulunan ahkamlarını, düsturlarını birer mevcud-u harici: ve maddi birer madde tahayyÜl ederek Kudret-i İlahiyenin yerine, o ilim ve kelamdan gelen ve yalnız vücud-u ilmisi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara 'tabiat' namını takmak ve yalnız cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, bir zikudret ve mÜstakil bir ka dir telakki etmek, misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettiL" Bu son iddianın Üç misali okunup izah edildikten sonra, kendisi de ne anladığını ifade ile bazı izahlarda bulundu. Konunun ele alınışı ve anlatılış tarzını fevkalade beğenmişti. Hatta bir ara: "Böyle olmalı efendim" dedi. "İnsanı adeta doyuruyor Böylesine önemli konuları, önemli insanlardan dinlemek lazımdır. Ehliyetli olanlar anlatmalı. izah edeyim derken, hem konuyu, hem de kendisini mahvedene insanları neden konuştururlar bilmem ki?" Ev sahibimiz hemen devreye girdi: "Efendim, çok haklısınız, ama Cumhuriyetten sonra din alimlerine söz hakkı verilmeıniş ki konuşsunlar Konuşanlar da kaş yapayım derken göz çıkarmışlar" Misafirimiz: "O da ayrı bir konu" diyerek sözü geçiştirdi. Son misalimize küçük bir ilave olsun diye müsaade istedim ve şöyle dedim: "Önce 'tabiat' denilen kavramı tarif etmek lazımdır. Tabiat; su, toprak, hava ve güneştir ısısı ve ışığıyla birlikte tabii ki. Başka bir ifadeyle de yüz yedi elementtir Şimdi, yaratıcı olarak sık sık adından söz edilen tabiata sorsak: "İnsanları yapabilir misin?’ "Hayır." "Bitki ve hayvanları icad edebilir misin?’ "Hayır." "Güneş sistemimizi dizebilir misin?’ "Hayır" "Milyarlarca yıldızları, galaksileri tanzim edebilir misin?" "Hayır." "Kainata harika bir intizam ve muhteşem bir sistem vermek için kanunlar koyup, işletebilir misin?’ "Hayır" "Zaten tabiat denilen şey de kainatm kendisi değil mi? Öyleyse, kainatın da kendi kendine yapamayacağını gördÜk. Peki bu tabiat denilen güç, kuvvet nedir? Eğer tabiata hükmeden bir güç ve kuvvet varsa, o zaten kainatın kendisi olamaz. Tek yol, kainat cinsinden olmayan bir kudret olmasıdır ki, o da Cenab-ı Haktır. "İlim, irade ve kudret sahibi olmayan aciz bir tabiat, elbette Halık olamaz." Kapalı kapılar açılırken görmediğime kendimi inandırmak istiyorum. Sanki içime gizli bir kuvvet girdi. Mukavemetimi, karşı koyma gücümü söküp aldı. İtiraz edemiyorum. "Buraya kadar okuduğunuz konular, bir sorunun değil, hayalimde varlığını hissetiğim, ama ifade edemediğim binlerce sorunun da cevabı oldu. Açıkça söylemek gerekirse, kainatın niçin ve neden var olduğu konusunda ileri sürülen bütün felsefi görüşlerin yıkıldığı yer burasıdır. Bu konuları okumadan fikir bayrağı açmak ve felsefe yapmak mümkün değil" "Önümde yıllardır kapalı duran büyük kapı açıldı. Bugüne kadar görmediğim, görmek istemediğim veya ısrarla bizlere gösterilmeyen birçok şeyleri görmeye başladım galiba... Adeta, şüphelerimin cevabını bizzat kendim bulmam için elime bir şifre verildi. Korktuğum ve ürktüğüm şeyler, bana ne kadar da güzel görünmeye başladılar." Evet otobüsteki konuşmalarıyla bizleri titreten ve adeta büyüleyen "o adam" artık kaybolmuştu. Bu aziz misafirimizin gözlerinin nemlendiğini ve dudaklarının sessizce kıpırdadığını hissediyordum. Sohbetimiz, bir müddet sonra, haşir meselesi üzerinde düğümlenmişti. Misafirimiz: "Öldükten sonra dirilme meselesi, daha önceden benim için imkansızdı. Fakat sohbetlerimizin neticesinde, bende bazı kanaatlar hasıl oldu. Bu konu üzerinde biraz daha durabilir miyiz? "Şunu demek istiyorum: Ölen bir insanın bir müddet sonra toprağa karışarak dağılacağı malum. Veya bazı insanları yakıp, dağlara, derelere saçıyorlar. Bunların tekrar. dirilmesi nasıl mümkün olacak?" "Şimdiye kadar sorduğum sorularımı bir fikrin, bir felsefenin müdafaası, üstünlüğü için sormuştum. ilk defa ihtiyaç hissettiğim ve öğrenmek istediğimden dolayı bu soruyu soruyorum." Çaylarımız birbiri ardına geliyordu. Sohbetimize başlayalı üç saatten fazla bir zaman geçmişti. Muhatabmuzı ara ara süzüyordum. Konular açıklanıp düğümler çözüldükçe, büyük bir sıkınfıdan kurtulmuşçasına yay gibi gergin olan kaşları düzeliyor, yüzündeki keskin ve derin çizgiler yumuşuyordu. Zaman zaman da dudaklarına tatlı bir tebessüm yayılıyordu. Okunan hakikatların tesirini gördükçe, Allah' a şükrediyordum. Sohbetimiz sırasında muhatabımı daha yakından tanıma fırsatını bulmuştum. Anlamadığı veya aklına sığıştıramadığı şeyleri tekrar tekrar soruyor, bazen de birkaç kere tekrarlatarak sindirmek istiyordu. Mükemmel bir mantık ve kavrama gücü vardı. İlk andaki sert itirazları, misaller okunup mevzular açıklığa kavuşunca iyice yumuşuyordu. Bu arada Tabiat Risalesi'nin sonunda: "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı var ki, Kur' an' da çok şiddetli bir ısrar ile ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor?" şeklindeki soruya verilen manidar cevaba hayran olmuştu. "Cevap dediğin böyle olmalı efendim, böyle olmalı" diye hissiyatını dile getiriyordu. Bir ara elimdeki kitaba uzandı, sayfalarını karıştırdı, karıştırdı ve bize dönerek: "insanı anlayamıyorum" dedi. "Bu müthiş bir hakikat... Rüya
Birlikte tebessüm ederek, duygulanıyoruz. Misafirimizin büyük bir samimiyetle sorduğu soruya cevap vermek üzere, yine Bediüzzaman Hazretlerinin Haşir Risa/esi adını taşıyan eserine başvurduk. Sözü edilen kitap, öldükten sonra dirilmenin ve ahiretin hakikatlarını, sırlarını ve hikmetlerini akla yaklaştırıp, mükemmel ve mantıklı misallerle izah ve isbat ediyordu. Dehşetli bir" münkirin, "Daha nasıl itiraz edelim, bu kitap adeta ahiretin sokaklarını çizmiş" dediği bu eser, öldükten sonra dirilme meselesini hiçbir tereddüte imkan bırakmadan yirmi dokuz ayrı tarzda gözler önüne seriyordu. Kitapta, ayrıca ahirete imanın, insan ve toplum hayatındaki tanzim edici rolünü ve saadetini misallerle anlatan bir de mukaddeme vardı. O gece, baştan sona kadar okuyarak izah etmeye çalıştığımız bu eserde, şu hakikatler ele alınmıştı: "İnsan başıboş bırakılır mı? "En güzel bir şekilde yaratılan insan, şu kainat ağacının bir meyvesi olarak halk edilmiş. Ve onun bütün güzelliklerinden ve nimetlerinden en güzel şekilde istifade edecek tarzda yaratılmış... Bu alemin dikkatli bir seyirci si olmuş... Koca dünya, kendisi için güzel bir ev olarak hazırlanmış... Dağlar ve denizler, onun emrine verilmiş, hava HHif bir bine ği olmuş... Arılar ona bal yapmış, ipek böcekleri onu giydirmiş, koyun ve kuzular onu beslemiş, kendisi çamur yiyen ağaçlar, ellerini uzatarak en lezzetli meyveleri ona takdim etmiş. Ay lambası, Güneş sobası, yıldızlar kandilleri hükmüne geçmiş... Ve insan, Kainat Sultanının birliğini ve haşmetini, her birisi kendi hususilisanıyla ilan eden sayısız varlıkların topyekün tercümanı ve takdimcisi olmak vazifesiyle şereflendirilmiş. "60-70 senelik bir hayat uğruna, kainatı bütün masnuatıyla insanın emrine veren bir Zat, onu kabirde başıboş bırakır mı? Bunca masrafın hesabını sormaz mı? Emrine muti olanlara mükafat, isyan edenlere ceza vermez mi?" Bunun izahını en güzel şekilde yapan Bediüzzaman Hazretleri, şu notu düşmektedir: "İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri, muhasebe için zapt edilir." "Ve... bu misli olmayan kainatı yoktan yaratan, ona insan meyvesini verdiren Zat için, 'Bunları tekrar yaratabilir mi?' diye sorulamaz."
"Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Bu konuyu tarihi seyri içinde ele almak lazımdır: Ubeyy bin Halef adında bir müşrik, eline çürümüş bir kemik alarak Peygamberimizin (a.s.m.) huzuruna girer. Kemiği ufalayarak der ki: "Cenab-ı Hak bu kemiği diriltecek, Öyle mi?" Peygamberimiz'in (a.s.m.) ise: "Evet," der. "Bu çürümüş kemiğe, Cenab-ı Hak can verecektir." Bunun üzerine, Yasin Suresindeki 78 ve 79. ayetler indi. Bu ayetler, mealen şöyleydi: "İnsan der; 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' Sen de: 'Kim onları başlangıçta inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek." "Ayette dikkat çekilen nokta, insanın dünyaya gelmesindeki, yani ilk yaratılışındaki mükemmellikler. Bütün insanlar, yokluktan bu varlık alemine çıktığına göre, öldükten sonra tekrar hayat bulmalarında da elbette bir zorluk yoktur. "Evet, haşir adını verdiğimiz bu ikinci yaratılış, belki de ilk yaratılıştan daha kolaydır. Bediüzzaman Hazretleri, öldükten sonraki yaratılışın kolaylığına dikkat çekerken verdiği bir misalde, bir ordunun ilk defa toplanması ile, toplandıktan sonra dağılıp bir boru sesiyle tekrar bir araya gelmesini kıyaslamaktadır. İlk toplantıda birbiriyle tanışan ve bulunmaları gereken yerleri öğrenen askerler, daha sonra dağılsalar bile, kolayca bir araya gelebileceklerdir. "Bu harika misaldeki ordunun erleri, insan vücudundaki zerrelere işarettir. Ve bu zerrelerin ölüm ile dağıldıktan sonra İsrafil'in Sur'u (haşirdeki zerrelere verilen toplannLa emrine ait boru sesi) ile tekrar bir araya gelmeleri, elbette ilkinden daha zor değildir.._ "Haşrin, yani öldükten sonra yaratılışın akıldan uzak görünmesi, genellikle ilk yaratılıştaki mükemmelliğin bilinmemesinden ve üzerinde fazla düşünmeyerek onun 'kolay ve sanatsız' zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki günümüzün bütün tıp otoriteleri, insanoğlunun anne karnındaki 'hayat bulma mucizesi' karşısında şaşkınlığa düşmekte ve 20. Asrın bir sinek kanadını dahi yaratmaktan aciz olan 'yalancı şöhreti'ni şahit göstererek Allah'ın varlığını ve birliğini ilan etmektedir. Bu alimlerimizden biri olan Dr. Haluk Nurbaki, şöyle demektedir: "İnsanın maddi hayatının nasıl saklanacağı ve öldükten sonra nasıl iade edileceği konusu akıldan uzak görülebilir. Ancak, bir insanın maddi bütün özellikleri, bir toplu iğne başının on milyarda biri kadar olan küçük tohum kartlarına (DNA'lara) yazılabilir. Bu ilmi gerçek, kesinlikle doğrulanmıştır. Böyle bir tohum kartının eğer toprakta gelişme şansı olsa idi, yeryüzüne gelmiş ve gelecek olan bütün insanların tohum kartlarını bir bardağa doldurarak toprağa atmak ve hepsini birden diriltmek mümkün olabilecektir. "Toprak altında asırlarca bozulmayan ve bu arada hiçbir canlılık emaresi taşımayan virüsler, uygun bir ortamda tekrar hayat bulurken, vefat etmiş insanoğlunun Cenab-ı Hakkın emriyle tekrar hayat bulmamasına imkan var mıdır? "Kainatı bütün mahlukatıyla kusursuz olarak yaratan Rabbimiz o bir çay bardağı dolusu şifreyi arza döküp, 'Ol' emriyle tek tek dirilterek İlahi sahnede toplayacaktır." Misafirimizin, ahiret alemlerinin neden görülmediği hususundaki sorusuna da, aynı eserlerden okuduğumuz şu cümlelerle cevap verdik: "Perde-i gayb içindeki alem-i ahirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kainatı küçültüp iki vilayet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyültüp, yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp, tayin edelim." Ahiretle alakalı konuşmaların ardından, cemiyetin ve gençlerin nasıl muhafaza edileceği hususuna gelmiştik. Muhatabımızın bu konudaki görüşlerini aldıktan sonra, aynı eserlerden bazı yerleri okuyarak teşhisdeki isabet ve tedavi cihetindeki doğruluğun ne kadar açık bir hakikat olduğunu hep birlikte tasdik ettik. Ev sahibimizin arka arkaya ikram ettiği çayları yudumlarken, kader meselesini, ruh ve melaike gibi hassas konuları, Azrail Aleyhisselamın ölen insanların ruhlarını nasıl kabz ettiğini ve toplu ölümlerde birkaç yerde aynı anda nasıl bulunduğunu, Allah'ın kötülük ve şerleri niçin yarattığını, sakat, eksik ve çirkin doğanlara adaletsizlik mi edildiğini, Hz. İsa (a.s.)'ın Dabasız doğmasını, Kur'an'ın devamlı olarak ilmi teşvik ettiği halde, Müslüman devletlerin neden geri kaldığını, mezhepler ve farklı grupların ortaya çıkış sebeplerini, İslamda kölelik anlayışını, dört kadınla evlenme konusunu, miras hukukunu, Hz. Adem Aleyhisselamın çocuklarının, yani kardeşlerin neden birbirleriyle evlendiklerini ve bugün bunun niçin mümkün olmayacağıgibi daha birçok hususu tatlı bir sohbet havası içinde, kitapların muhtelif yerlerinden okuyarak mütalaa ettik. Saatler ilerledikçe adeta zindeleşiyor ve hem soruyu soran, hem de cevaplayanlar olarak büyük feyizler alıyorduk. Bir ara Marksistlerin "eşitlik" diye ortaya attıkları ve bir türlü kendi memleketlerinde gerçekleştiremedikleri bir konuya temas ettik. Muhatabımız bunu teori olarak anlattı. Örneğini sorduğumuzda, "Henüz Marksist ülkeler o seviyeye gelmediler" demişti. Kendisine bir soru yöneiterek: "Yetmiş yıldır Rusya' da bir rejim uygulanıyor" dedim. "Eşitliğin sağlanması için bu kadar yıl yeterli olmadı mı?" Biraz düşündÜkten sonra: "Peki, İslam bu konuyu nasıl halletmiş?" dedi. "Yani, insanlar arasındaki maddi yakınlaşmayı ve uçurumları azaltmayı nasıl temin etmiş?" Yine aynı tefsirden faydalanarak: "Toplum hayatındaki bütün ahlaksızlığın ve karışıklıkların kaynağı iki kelimedir" diye cevap verdim: "Birincisi: 'Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne.'"İkincisi: 'Sen çalış, ben yiyeyim.' "Cemiyet hayatının mahvolmasına sebep olan bu görüşler, zekatın verilmemesi ve faizin devam etmesiyle kendini gösterir. Bu iki hastalığı tedavi edecek tek çare; zekatın bir kanun şeklinde verilmesi ve faizin terk edilmesiyle mümkündür. Kişilerin ve milletlerin saadetleri için en önemli husus, zekattır. "Çünkü insanlarda, zengin ve fakir olmak üzere iki tabaka vardır. Zenginlerin fakire karşı merhamet ve ihsan; fakirden zengine karşı hürmet ve itaati temin edecek olan tek şey zekattır. Yoksa yukarıdan, yani zenginlerden, fakirin başına zulüm ve tahakküm iner, fakirlerden ise zengine karşı isyan Vs' kin çıkar. Böylelikle bu iki tabaka, daimi olarak bir ınücadeleden, zıtlaşma ve boğuşmadan kendilerini alamazlar." Misafirimiz, bu açıklamayı büyük bir hayranlıkla dinlemişti. Özellikle "Tam eşitlik, ancak hukuk karşısında olur" ifadesi, onu son derece memnun bırakmıştı. Misafirimizin liste halinde yazdığı son soruların cevapları verilirken, Adana minarelerinde" Allahü Ekber" sadaları çınlamaya başlamıştı. Sabah ezanları okunuyordu.
|